2 Aralık 2013 Pazartesi
28 Haziran 2013 Cuma
Bilgi çağından 'bilinç çağı'na
Bilgi çağından 'bilinç çağı'na
WikiLeaks belgeleri
bir kez daha gösterdi ki, bilgi çağı bizleri yeni bir evreye "bilinç
çağı"na getirdi. Bu çağda, önümüze gelen bilgileri tasnif edip
yorumlayacak, algılama kapasitesi bir değer ve güç haline geliyor.
MEHMET TURGAN
ZÜLFİKAR | 22 ARALIK 2010,
Wikileaks, bilgi
çağının bizi getirdiği yeni bir fenomen. Bu fenomen hakkındaki görüşler, tüm
dünyada kişiye ve yöreye göre değişiyor. New York'un birçok akademik kurumunda
bu konu üzerine paneller düzenleniyor. Görüyoruz ki, ABD'de de bu konuyla
ilgili görüş ayrılıkları çok. Dünyanın her köşesinde olduğu gibi, sızan
bilgilerin içerikleri, sunum öncelikleri, bu siteyi kurgulayanların kim olduğu
burada da çokça tartışılıyor.
Kimilerine göre
şarlatan, kimilerine göre piyon, kimilerine göre de kahramanlar. Mesela Time
dergisi yılın kişisi seçimi yaparken Wikileaks'in tepesindeki Julian Assange
ile Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg arasında oldukça zorlanmış. İkisi
hakkında yapılan yorum şu: Birisi internette kurduğu sistemle, bireylerin kendi
gönül rızalarıyla sundukları özel bilgileri, büyük kurumlara reklama alarak
para karşılığı satmakta, diğeri de büyük kurumların özel bilgilerini, ne yapıp
edip elde ederek, onların internet üzerinden bireylere bedava sızdırmakta.
Gelin görün ki, yılın adamı Zuckerberg oldu.
BİLGİ DEĞİL ALGI KAPASİTEMİZ ÖNE ÇIKIYOR
Sızıntılarda ortaya
çıkan kimi detaylar üzerine daha geniş kapsamlı analiz arayışları zorunlu hale
geliyor. Bu ise, algı kapasitemizi öne çıkarıyor.
Bir örnek verelim.
Onca yoruma rağmen Türkiye'de de gözlerden kaçan bir detay var.
Global ısınmaya
yaratan ve tetikleyen sentetik ürünlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Sentetik
bir gerçeklik bu. Petrol tüketiminden moderniteye, ulus-devlet anlayışından
genetiği ile oynanmış gıda ürünlerine, sentetik ilaçlardan dayanağı olmayan
finans ürünleri ile donatılmış bir ekonomik yapıya kadar çok geniş bir alanı
kapsayan bir dünya. Ve hepimizin algılarının doğal bir gerçeklik olarak
algıladığı bir dünya bu. Bunun yanında, bu sentetik düzenin tüm saç ayaklarını
sorgulayan bir global düşünce hamlesi var. Buna ekolojik uyanış da deniyor. Bu
sorgulayan kesimin en etkin olduğu yer, Birleşmiş Milletler bünyesinde
düzenlenmekte olan İklim konferansları. Bir öncesi Kopenhag'da olan bu
konferansların sonuncusu da geçenlerde Meksika'nın Cancun kentinde gerçekleşti.
Detayımız şurada gizli: Wikileaks'i kurgulayanları düzeni sorgulayan
kahramanlar olarak görenler, her nedense Wikileaks'in global gündemi işgal
ettiği günün özelligini pek dikkate almadılar. Sızıntıları basına verdikleri
gün, başta petrolcüler olmak üzere düzenin tam da kendisini temsil eden,
sentetik dünya savunucularının geçiştirtmek istedikleri bir gündü; Cancun iklim
konferansının başlama günüydü. Ve sızıntılar sayesinde global gündemde
konferansın esamesi bile okunmamış oldu.
Önemli bir detay mı?
Koordineli olma ihtimali var mı, yoksa sadece tesadüf mü? Yorum getirmek kolay
değil. Fakat, New York BM'nin merkezi ve ekolojiye duyarlı örgütlenmelerin de
bir nevi merkez üssü ve bu şehirde bugünlerde bu suali soran çok kişi var. Olabilir
de olmayabilir de. Bilgiler artık bol olabilir ama aralarında bağlar
yakalayabilmemiz için daha özgün niteliklere de gerek var gibi. Haliyle, bu ve
bunun gibi kolayca yadsınan detaylar gündeme sunulunca kendi kendimize şu
soruyu soruyoruz: algılarımıza ne oldu?
Burada artık sorun
şudur; Wikileaks ve benzeri fenomenler neyi değiştiriyor? Yarın başka
Wikileaksler de olabilir. Bilgi çağı bizleri yeni bir evreye "bilinç
çağı"na getirdi. Bu çağda, önümüze gelen bilgileri tasnif edip
yorumlayacak, algılama kapasitesi bir değer ve güç haline geliyor. Hatta buna
toplum ve ülke bazına genelleyerek bilinç sermayesi de diyebiliriz. Genel bir
gözlem, algılarda bir uyanış hamlesi var olduğu yönündedir.
BİLGİ ÇAĞINDAN BİLİNÇ ÇAĞINA
Bilgi 1990'ların
ekonomisinde yegane değer ölçütü olduğu ve internet sayesinde herkese açıldığı
için bu döneme bilgi çağı dedik. Bilgi artık dünyanın kullanımına açılmış bir
sermaye idi. Bilgi görünmez, bulunmaz bir yeraltı dehlizi değil, gözler önünde
gün yüzünde bir okyanus gibi. Bilgi bolluğu da önümüze artık yepyeni açmazlar
çıkarmakta. Bu sefer bu okyanusta yolumuzu nasıl bulacağız suali ile
başbaşayız. Hangi konuda hangi bilgiyi istesek, internete girdiğimizde birkaç
tuşa basmakla o konuda üstümüze bilgi yağıyor. Dil, bu okyanusta bizi seyahat
ettiren gemiler gibi ise, algılarımız yani bilinç kapasitemiz de pusulamız
oluyor. Bugün sorun algılarımız da.
Sermayesi
"bilgi" olan bir evreden sermayesi "bilinç" olacak yeni bir
evreye geçiyorsak, bilinçlerimizi şekillendiren algılarımızı gözden geçirmemiz
kaçınılmazdır. Fransız devrimi ile başlayıp endüstri devrimi ile hızlanan ve
yeni evrelerle bireyin tüm algılarını şekillendiren sentetik gerçeklikler
dünyasını iyi gözlemlemeliyiz. Böyle bir ayrıma bizleri taşıyan süreç,
biyolojiden ekolojiye, psikolojiden sosyolojiye uzanan bir bütünü
şekillendirdi. Ve bireyi çevreleyen tüm alanlarda sentetik bir gerçeklik
yarattı. Bir yandan bu kurgu insanlığa tarihinin en büyük sıçramasını
yaşatırken, diğer yandan da bireyi doğasından hızla uzaklaştırdı. İnsan özüne
ve doğasına yabancılaştı. Artık bir yol ayrımındayız. Ve daha da ötesi şimdi
bir kırılma noktası yaşanıyor. Bu kırılma noktasında bilinç öne çıkıyor.
Kırılma noktası; sentetik gerçekliği sorgulamak ya da sorgulamamak. Kısacası,
sentetik evrende insanın özüne ve dünyanın doğasına yabancılaşmış bir gerçeklik
varken; organik diye de adlandırabileceğimiz bir ikinci evrende ise insanın
doğal özüne ve dünyanın özgün doğasına dönebilmişlik arayışında olan bir
gerçeklik var. İkinci evrene dair algılar bu bilgi okyanusunda çok daha
işlevsel.
SENTETİK EVREN NASIL OLDU
1. Ulus-Devlet olgusu
bireye sentetik kimlikler giydirdi. Bu sadece Türkiye'de değil, dünyanın her
köşesinde böyle oldu. Bürokrasilere, hiyerarşilere, emir-komutalara,
ideolojilere, yani envai türlü sentetik güç merkezlerine bireyin hür ve doğal
irade kapasitesini feda ettik. Doğa ile aheng içindeki hürlük hissini
körelttik. Kendisi ve çevresi ile barışık olamayan nüfuslar ve kollektif nefret
sınıflamaları böylesi bir sentetikliğin yan ürünleri oldu.
2. Başta petrol olmak
üzere fosil yakıtların enerjideki egemenliği atmosferi sentetik atıklara boğdu,
boğmakta. Ülkelerüstü, devletlerüstü bir kartel halinde böylesi bir enerji
kültürü statükolaştı. Algılarımız bu kurgunun alternatifini imkansıza yakınmış
gibi bir ihtimale yerleştirdi. Neticede teneffüs edilen hava artık eski hava
olmaktan çıktı. Daha da önemlisi, karbon salınımı öyle noktalara ulaştı ki
artık telafisi olamayacak sınırı geçtik. Ve algılarımız bunu gündelik yaşamda
tamamıyla kanıksamış hal aldı.
3. Gıda ürünleri
sentetikleşti: Kimyasal gübrelerden kimyevi koruyuculara, genetiği ile oynanmış
tohumlardan sentetik şekere kadar. Doğanın bir parçası olan biyolojimizi
sentetik ürünlerle besler olduk. Obeziteyi kanıksadık. Böylesi gıda tüketiminin
nice yan etkisini algılarımız gerçeklik olarak kabullenir oldu. İngilizce'de
bir deyim vardır, "what you eat is what you are" (ne yersen sen
osundur). Açıkçası biyolojik olarak başkalaştık.
4. Ekonomi, sentetik
finans ürünleri ile kurgulanmış bir sisteme yerleşti. Bu da bireyin ekonomik
faaliyetlerindeki değerlendirme algısını sürekli etkiler hal aldı. Neye niye
yatırım yaptığını algılama ihtiyacı hissetmeden bireyler birikimlerini
ihtimaller alemine gönderir oldu. Tüm gelecekler ve birikimler rahatlıkla
risklere bağlanabilir hale geldi. Bilinçsiz borçlanma hayat anlayışı halini
aldı. Öyle ki 2008 finans krizinin kökenlerinde tamamıyla bu algı kaymasının
rolü gözlemlendi.
5. Tüketim kültürü
tamamıyla irade dışı etkenlerce bireyin karar kapasitesini etkiler bir hale
büründü. Öyle ki özellikle Çin'den yola çıkıp tüm dünyaya yayılan sağlıksız ve
verimsiz ürünlerin pazar payının devasalığında da böylesi bir algı kaymasının
rolünü gözlemler olduk. Çevre, kalite, estetik ve sağlık kaygıları taşımadan
üretilmiş mamüller gündelik hayatımıza yerleşti. Algılarımız öyle bir hal aldı
ki kaliteli ama çok uzun ömürlü bir ürüne kalitesiz ama çok çok daha kısa
ömürlü bir ürünü tercih eder olduk. Kar ettiğimizi sanırken uzun vadede ne
zararlar ettiğimizi algılayamaz olduk.
6. Tüketilen sentetik
gıdalar bir yandan, sağlık kaygısı taşımadan üretilmiş ve tüketilmiş mamüllerin
nice negatif etkileri diğer yandan, kaotik bir sağlıksızlık sarmalına girilmiş
olundu. Girildikçe bir diğer yandan da tedavi müptelalığı baş gösterir oldu.
Tabiri caizse biyolojik özgürlüğümüzü yitirdik. Bu tüm dünya için geçerli bir
açmaz halini aldı. Sentetik ürünlerin bünyemizde var ettiği sorunları yine
sentetik ilaçlar ile giderme kültürünü kanıksadık. Bir kısır döngüye hapsolduk.
FARKINDA MIYIZ?
Sonuç olarak, çıkışı
olmayan bir sarmal böylece algılarımızı da biçimlendirerek bizlere yeni bir
gerçeklik takdim eder hale geldi. Doğa ile ahengli bir gerçekliğin yerini
sentetik bir gerçeklik alıvermiş oldu. Bu esnada tabi ki her geçen gün doğanın
kendisinden de uzaklaştıkça uzaklaştık. Ve gün geldi, özellikle değişik yörelerden
ve birçok kesimlerden böylesi bir düzeni sorgulayan yaklaşımların çıkması ile
alternatif bir algı aleminin çatısı kurulmaya başlandı. Bilgi çağının, bilgi
okyanuslarını önümüze bocalaması ile de öyle gözüküyor ki bir kırılma noktası
yaşanmakta artık. Bakalım, algılarımız doğal hallerine dönebilecek mi? Bakalım
bilinç bir sermaye olarak daha sağlıklı ve daha işlevli bir dünyanın var
edilmesinde ne denli devreye girebilecek? İnsanoğlu olarak yarattığımız bunca
muazzam teknolojiyi yeni bir küresel hamle ile, ekoloji ve insan doğası ile
aheng içinde olan bir denkleme yerleştirebilecek miyiz? Ve yükselen bir güç
odağı olduğu artık aşikar olan yeni Türkiye böylesi bir kırılma noktasında
nasıl bir duruş sergileyecek?
Esas soru şu: Farkında mı, farkında mıyız?
BÜYÜK BİR BİLİNÇ SIÇRAMASI
2012'DE, BÜYÜK BİR BİLİNÇ SIÇRAMASI OLACAK
Son birkaç yılda kişisel gelişim konusuyla ilgilenenlerin
sayısında gözle görülür bir artış yaşanırken, bu alanda en büyük ilgiyi kuantum
üzerine yapılan çalışmalar çekiyor. Artık hemen herkesin üzerinde hemfikir
olduğu bir şey var o da kendi düşüncelerimizin ve seçimlerimizin hayatımızın
gidişatını önemli ölçüde etkilediği... Yani ’ne düşünürsek oyuz’. Kuantum
fiziği de bu tezi sağlam temellere oturtuyor. İzmir ve İstanbul’da kurduğu
Kuantum Eğitim Danışmanlık Merkezi’nde profesyonel kuantum koçluğu yapan ve bu
işin eğitimini veren, ’Kuantum Sıçraması’, ’Kuantum Koçluk Programı’ ve
’Kuantum Diyarında Kelebekleri Özgürleştirmek’ adlı kitapların yazarı Nilda
Ferhan Efeçınar, hayatını değiştiren kuantumu şimdi geniş kitlelere yaymaya
çalışıyor. Ancak bu yayılma sandığımızdan daha hızlı bir şekilde gerçekleşiyor
o kadar ki Efeçınar’a göre çoklu evrenlerin varlığı kanıtlanırsa kuantum fiziği
demode bile kalabilir. Efeçınar, takvim yaprakları 2011’leri gösterdiğindeyse
insanlığın bir bilinç sıçraması yaşayacağını söylüyor.
Kuantum fiziğini, klasik fizikten ayıran farklar nelerdir?
Klasik fizik, madde ve enerjiyi ayrı tutardı. 1930’larda kuantum araştırmaları Max Planck’ın ışığı incelenmesiyle başladı. Planck; ’foton kütlesiz bir enerjidir ve her kütlesiz enerji kütleli enerjinin formunu değiştirir’ dedi ki bu çok önemlidir. Yani düşüncelerimiz kütlesiz bir foton ve enerjidir. Bu enerji, kütleli olan kendi bedenlerimiz de dahil olmak üzere yaşantımızı değiştirebilecek güce sahip. Kuantum, ’madde diye bir şey yoktur, madde denilen her şey yoğunlaşmış enerjidir’ diyor. Klasik fizik ise insan zihninin evrenin şekillenmesinde hiçbir şekilde etkisinin olmadığını söylüyor. Buna göre evren bir saat gibi işler, belli bir mekaniği vardır, insanoğlu bu evrene gelir, yaşar ve gider. Kuantum fiziği ise bu evrenin şekillenmesinde ve yaşamın yönlenmesinde kuantum enerjinin çok büyük bir etkisi olduğunu söyler. En yoğun enerji de düşünce olarak adlandırdığımız insan zihnidir. Buna göre insanlar birçok seçenek arasından birini seçebiliyorlar ve onları yaşayabiliyorlar.
Klasik fizik, madde ve enerjiyi ayrı tutardı. 1930’larda kuantum araştırmaları Max Planck’ın ışığı incelenmesiyle başladı. Planck; ’foton kütlesiz bir enerjidir ve her kütlesiz enerji kütleli enerjinin formunu değiştirir’ dedi ki bu çok önemlidir. Yani düşüncelerimiz kütlesiz bir foton ve enerjidir. Bu enerji, kütleli olan kendi bedenlerimiz de dahil olmak üzere yaşantımızı değiştirebilecek güce sahip. Kuantum, ’madde diye bir şey yoktur, madde denilen her şey yoğunlaşmış enerjidir’ diyor. Klasik fizik ise insan zihninin evrenin şekillenmesinde hiçbir şekilde etkisinin olmadığını söylüyor. Buna göre evren bir saat gibi işler, belli bir mekaniği vardır, insanoğlu bu evrene gelir, yaşar ve gider. Kuantum fiziği ise bu evrenin şekillenmesinde ve yaşamın yönlenmesinde kuantum enerjinin çok büyük bir etkisi olduğunu söyler. En yoğun enerji de düşünce olarak adlandırdığımız insan zihnidir. Buna göre insanlar birçok seçenek arasından birini seçebiliyorlar ve onları yaşayabiliyorlar.
Kuantuma olan ilgi son yıllarda neden bu kadar arttı?
Çünkü bugüne kadar daha kaderci bir zihniyet söz konusuydu. Düşünün, bir anda birileri ’Siz kendi hayatınızı kendiniz biçimlendiriyorsunuz’ demeye başladı. Uzun süre bir çatışma oldu, bunun altında yatan sebeplerden biri de din ve bilimin kavgası. Bugüne kadar gelişen materyalist sistemin tamamen karşıtı olan bir düşünce sistemi olduğundan ortaya çıkmasının geciktiğini düşünüyorum.
Çünkü bugüne kadar daha kaderci bir zihniyet söz konusuydu. Düşünün, bir anda birileri ’Siz kendi hayatınızı kendiniz biçimlendiriyorsunuz’ demeye başladı. Uzun süre bir çatışma oldu, bunun altında yatan sebeplerden biri de din ve bilimin kavgası. Bugüne kadar gelişen materyalist sistemin tamamen karşıtı olan bir düşünce sistemi olduğundan ortaya çıkmasının geciktiğini düşünüyorum.
Bilim çok çabuk ilerliyor, kuantum fiziğinin bir adım
sonrasından bahsetmek mümkün mü?
Doğru, geçen yıl CERN’de yapılan deneyde bilim adamları ’Higgs bozonu’
parçacığını yani Tanrı zerreciğini arıyorlardı. Kuantum felsefesinin bir adım
sonrası çoklu evrenler... Eğer Higgs parçacıklarının var olduğu kanıtlanırsa o
zaman çoklu evrenlerden söz edebileceğiz. Kuantum fiziği der ki; ’bir sürü
olasılık vardır, sen bunlardan birini seçer ve yaşarsın’. Yeni kuantum fiziği
ise; ’hem su, hem kola hem de kahve içmek istiyorsan evrenlerden birinde su,
birinde kahve, diğerinde de kola içersin’ diyor. Akıl karıştırıcı bir durum,
paralel evrendeki kendimizden nasıl haberdar olacağız, belki de karadeliklerden
bir geçiş olacak... Şu an bildiklerimizle bunlardan haberdar olunamıyor.
BİR ADIM SONRASI PARALEL EVRENLER
2012 yılında kıyamet kopacağına inananlar var. Kuantum düşünce sisteminde bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Kıyametten bahsediyorlar ama bu bildiğimiz anlamda değil. ’Kıyam etmek’ ayağa kalkmak, uyanmak, uyanış anlamına geliyor. Zaten bu süreç başladı. Evrende sadece biz yokuz, uzaylılar gibi farklı varlıklar da söz konusu ve belki de bu dönemde onlarla bağlantıya geçilecek. Beklenen ’kıyamet’ bu dünyanın yok olması değil, zihnin farklı bir algılayış modeline geçmesi şeklinde olacak. Maya takvimi 2011 yılında bitiyor. İşte tam o yıllarda büyük bir bilinç sıçraması olacak. Buna bir nevi ’aydınlanma çağı’ da diyebiliriz.
2012 yılında kıyamet kopacağına inananlar var. Kuantum düşünce sisteminde bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Kıyametten bahsediyorlar ama bu bildiğimiz anlamda değil. ’Kıyam etmek’ ayağa kalkmak, uyanmak, uyanış anlamına geliyor. Zaten bu süreç başladı. Evrende sadece biz yokuz, uzaylılar gibi farklı varlıklar da söz konusu ve belki de bu dönemde onlarla bağlantıya geçilecek. Beklenen ’kıyamet’ bu dünyanın yok olması değil, zihnin farklı bir algılayış modeline geçmesi şeklinde olacak. Maya takvimi 2011 yılında bitiyor. İşte tam o yıllarda büyük bir bilinç sıçraması olacak. Buna bir nevi ’aydınlanma çağı’ da diyebiliriz.
Peki, bu bilinç sıçramasını yapamayanları neler bekliyor?
Ruhsal olarak sıkıntı çekeceklerini düşünüyorum. Çünkü onlar, korku ve endişe alanına inecek. Güven ve sevgi enerjisini yaşayan kişilerse, geçişi çok rahatlıkla yapabilecek. Zihnimizin daha yüksek potansiyelini kullanacağımız, aydınlık bir dönem başlayacak. Aslında böyle bir geçişin olacağı dönemi yaşayacağımız için çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum.
Ruhsal olarak sıkıntı çekeceklerini düşünüyorum. Çünkü onlar, korku ve endişe alanına inecek. Güven ve sevgi enerjisini yaşayan kişilerse, geçişi çok rahatlıkla yapabilecek. Zihnimizin daha yüksek potansiyelini kullanacağımız, aydınlık bir dönem başlayacak. Aslında böyle bir geçişin olacağı dönemi yaşayacağımız için çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum.
KRİSTAL ÇOCUKLAR BİZİ GEÇİŞE HAZIRLIYOR
Bir de kristal çocuklardan bahsediliyor, bu çocukların 2012 ile bağlantısı nedir?
Kristal çocuklar, Indigo çocuklardan sonra gelen kuşak. Genetik ve düşünce olarak çok farklılar. Aslında onlar bizlere bir şeyler öğretmek, 2011-2012 yıllarında beklediğimiz geçiş alanına hazırlanmamız için geliyor. Beynimizin bazı bölgelerini kullanmadığımızdan kozmik alan bilgilerinin olduğu bölgeden o bilgileri henüz alamıyoruz. Ama bu çocuklarda bu yetenek var. Telekinezi, telepati gibi yeteneklere sahip bir gruptan bahsediyoruz.
Bir de kristal çocuklardan bahsediliyor, bu çocukların 2012 ile bağlantısı nedir?
Kristal çocuklar, Indigo çocuklardan sonra gelen kuşak. Genetik ve düşünce olarak çok farklılar. Aslında onlar bizlere bir şeyler öğretmek, 2011-2012 yıllarında beklediğimiz geçiş alanına hazırlanmamız için geliyor. Beynimizin bazı bölgelerini kullanmadığımızdan kozmik alan bilgilerinin olduğu bölgeden o bilgileri henüz alamıyoruz. Ama bu çocuklarda bu yetenek var. Telekinezi, telepati gibi yeteneklere sahip bir gruptan bahsediyoruz.
Kirli zihinler kuantumla nasıl temizleniyor?
Siz kuantum koçluğu da yapıyorsunuz, bu sistem nasıl çalışıyor?
Kişiler aslında ne yapmaları gerektiğini bilinçaltı düzeyde bilir, ancak zihin bunu bilmez. Çünkü ego kafasını karıştırır. Zihin geçmişte yaşadığı deneyimlere göre olayları farklı olarak algılamaya meyillidir. Geneller, çarpıtır ya da bozar. ’Ne yapsam başarılı olamıyorum’, ’kimse beni sevmiyor’ vs. hepsi bir inanç sistemidir. Kuantum koçluğunda akıllıca sorularla kişinin asıl yaşadıklarını yüzeye çıkartırız. Sorularla bu kişilerin inanç sistemlerini ilk önce bilinç düzeyinde erozyona uğratıyoruz. Sonra diğer koçluklarda olmayan bir şey yapıyoruz ve bunu bilinçaltına yerleştiriyoruz. Bunun sonrasında insanlar kendi güçlerinin, yapabilirliklerinin farkına varıyor. Kuantum koçluğu çok hızlı ilerleyen bir sistem. 4 ana bölümden oluşuyor; öğrenci, yaşam, nefes ve kariyer koçluğu. Kariyer koçluğu; hem şirketlerin hem de şirket içi çalışanları ilgilendiriyor. Hedef; çalışanların şirketlerinin vizyonunu anlayabilmesi ve bu vizyona uyumlu olarak çalışabilmeleri. Her departman için farklı bir çalışma yapılması gerekiyor.
Siz kuantum koçluğu da yapıyorsunuz, bu sistem nasıl çalışıyor?
Kişiler aslında ne yapmaları gerektiğini bilinçaltı düzeyde bilir, ancak zihin bunu bilmez. Çünkü ego kafasını karıştırır. Zihin geçmişte yaşadığı deneyimlere göre olayları farklı olarak algılamaya meyillidir. Geneller, çarpıtır ya da bozar. ’Ne yapsam başarılı olamıyorum’, ’kimse beni sevmiyor’ vs. hepsi bir inanç sistemidir. Kuantum koçluğunda akıllıca sorularla kişinin asıl yaşadıklarını yüzeye çıkartırız. Sorularla bu kişilerin inanç sistemlerini ilk önce bilinç düzeyinde erozyona uğratıyoruz. Sonra diğer koçluklarda olmayan bir şey yapıyoruz ve bunu bilinçaltına yerleştiriyoruz. Bunun sonrasında insanlar kendi güçlerinin, yapabilirliklerinin farkına varıyor. Kuantum koçluğu çok hızlı ilerleyen bir sistem. 4 ana bölümden oluşuyor; öğrenci, yaşam, nefes ve kariyer koçluğu. Kariyer koçluğu; hem şirketlerin hem de şirket içi çalışanları ilgilendiriyor. Hedef; çalışanların şirketlerinin vizyonunu anlayabilmesi ve bu vizyona uyumlu olarak çalışabilmeleri. Her departman için farklı bir çalışma yapılması gerekiyor.
Kaynak: http://Akşam
Bilinç Çağı; 2012 (Eski Çağ’ın Kıyameti, Altın Çağ’ın Doğuşu) YENİ ANAYASA; Altın Cağın Anahtarı Artık Elinizde, Gönlünüzce …;
Bilinç Çağı
Yeni çağın ayak sesleri, bugünlerde gittikce artan ses tonu
ile kulağımıza kadar geliyor. 1980 sonlarında başlayan iletişim çılgınlığı,
artık herşeyin herşeyle iletişebildiği günümüzde, son merhalesine ulaşmak
üzere. Bu yeni dünya, birçoğumuzun alışkanlıklarını temelden değiştirecek bir
etki bütünlüğü yaratıyor. Bu değişim kimimize yeni olanaklar sağlarken,
kimimizin hayatını da kabusa çeviriyor. Değişimin oluşturacağı çağın
başlayacağı yılı önceden tespit etmek için, bugüne kadar dünyamızın geçirdiği
evrelere bakmamız gerekiyor.
Bilinç çağının başlayacağı 2012 yılı, hem Nostradamus'un
kehanetlerinin, hem de Maya takviminin sonu olması hasebi ile önceden kendisi
ile ilgili bize bazı ipuçları bırakmış zaten. Marduk adlı bir gök taşının da
aynı dönemde dünyaya çarpacağının söylenmesi, bu çarpışmanın sonunda,
Amerika Birleşik Devletlerinin batı kıyısında ki Kaliforniya eyaletinin,
ana kıtadan kopacağı ve bir ada halini alacağı da günümüzün astrologlarının
kehanetleri arasında.
Benim 47 yaşında olacağım bir yıl olması dışında, nedir bu
2012 yılının özelliği. Çok önceden kurulmuş ebediyet saatinin çalmasına 4 yıl
kala, herkesi daha çok kendisine çekmeye başlıyan bir yıl. Batıda pek çok
makaleler de, bu yılda zamanın deviniminin değişeceğini ve apayrı bir faza
geçileceğini belirten alıntılar yer alıyor. Bu kadar bilinmezin içinde
kendimize bir yol bulmaya kalkarsak, işe nereden başlamalıyız? Bu yıla doğru
ilerlerken eskiden ya da günümüzde dünyada neler olmakta? Olanlara bakarak
gelecekte başımıza neler geleceğini tahmin etmemiz o kadar da zor gözükmüyor.
Birincisi: Günümüzde dünya nufusu hızla artmakta. Artan
nufus, beraberinde, dünyanın kısıtlı kaynaklarının daha da hızla artan bir
trend de tükenmesini getirmekte. Buzdağları erimekte, dünyayı koruyan ozon
tabakası dağılmakta, sular kirlenmekte, ekolojik dengeler bozulmakta, göller
kurumakta. Dünya belki de ilk var olduğu günden bu yana, varlığına kast eden bu
kadar büyük bir tehdit altına hiç girmemişti.
İkincisi: Hayatın devinimi hızlanmakta. Günler modern çağın
insanına artık yetmemekte. Çalışma hayatı, trafik, seyahatler, alışveriş, spor,
aylık rutin ziyaretler, eğitim, sağlık problemleri, spor, dinleme ihtiyacı
derken günler plan yapmakla ve aralarında boş zaman bulamamakla geçiyor. Bu
düzenek, insan pisikolojisinde aynı dünya ekolojik dengesinde olduğu gibi derin
erozyonlara sebebiyet vermekte.
Bu ikili süreç, bırakın dünyamızı geleceğe taşıyacak yapı
taşlarını oluşturmayı, günümüzdeki modernleşmeye çalışan toplumların bile
günlük hayati işlerine büyük sekteler vuracak gözüküyor. Bu kirlenme ve
deformasyon karşısında insanlık kendisini yeni çağlara nasıl hazır edebilecek.
Zamanla gitgide bozulan eski düzenler olmadan insanlık neyine güvenerek bu
hızlı modernleşme sürecini devam ettirebilecek?
Kısaca hem kişisel dünyamız, hem de bizi cevreleyen gerçek
dünya, artık bir daralma noktasına doğru hızla akmakta. Hepimiz bir müddet
sonra döküleceğimiz çağlayana doğru hızla ilerlemekteyiz. Çağlayanın sesi
çoktan kulağımıza gelmeye başladı, ancak kendi başımıza bu gidişe bir dur
diyebilme şansımız da pek varmış gibi gözükmüyor. Peki bu gidişe bir dur
denmeyecek ise, insanlığın sonunu getirecek bu iki büyük tehdite karşı
konmayacak mı? Hep beraber yokoluşumuza seyircimi kalacağız? Nasıl doğa kendi
sorunlarını kendi sarmalı içinde hallediyor ise. Nasıl otoburlar çoğlamaya
başlayınca, et yiyenler coğalıyor. Et yiyenlerin çoğalması otoburları azaltıyor
ve sonra azalan otoburlar, etoburların açlıktan ölmesi sonucunu getiriyorsa. Bu
denge hayatın kendi içinde çoğalan ve azalan kefeleri ile yeni duruma kendini
adapte edebilme elastikiyeti verebiliyorsa. 2012 yılıda bu gidişe bir dur
denecek olan yıla işaret ediyor sanki.
Dünyanın fiziksel yapısı da, hepimizin pisikolojik yapısı da
insanlığı bu seviyesi ile çok uzaklara taşıyamayacağına gore. İnsanlık bilinci
bir çağ atlamadığı müddetce yok olmaya mahkum gibi gözüküyor. Yoksa eski
takvimlerin son bulduğu 2012 yılı, insanlığın bu düzeydeki bilincinin öleceği
ve yerine altın çağa adım atabilecek bir bilinç seviyesinin ortaya çıkacağı bir
yıl mı olacak? Bu güne kadar hep görsel anlamda oluşan çağlar. İşte taş devri,
bronz devri, orta çağ, yeni çağ v.s. artık ilk defa kendini bilinç anlamında
ortaya koyacak ve yenileyecek. İnsanlık nesli dünyaya ayak basdığı o ilk günden
sonra, ilk defa kendi özü anlamında bir çağ değişimi ile karşı karşıya kalacak.
Marduk'un dünyaya çarpması sonrasında ortaya çıkacak manyetizma, İsviçre'de
yapılan çağın deneyi sonrası oluşacak dalgalar, bize yeni dünyanın kapısını
açacak belki de.
Bunlar hepsi bir hayalmi, yoksa bir sihirli el bizleri uzaya
gidecek ve yepyeni dünyalarda yaşayacak kaliteye eriştirmek mi istiyor. Doğa,
bu zor durumdan kendisini kurtaracak bir formulü gene kendi başına bulmayı
becerebilecek mi, ne dersiniz?
Serdar İNAN,
2012 (Eski Çağ’ın Kıyameti, Altın Çağ’ın Doğuşu)
YENİ ANAYASA
Anayasa: Bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini
belirleyen, bazı ülkelerde yazılı, bazılarında ise yazısız genel kabul görmüş
kurallar bütünüdür. Anayasa ile ayrıca kişilerin temel hak ve özgürlükleri
güvence altına almıştır.
Anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirtir. Devletin
temel kanunudur Vatandaşların temel hak ve görevlerini bildirir.
Eski anayasa tanımıyla başladık ama önce yeni anayasanın
doğru tanımını yaparak işe başlamalıyız. Yeni tanıma göre yeni anayasa
yazılmalı. Yukarıda yazılı anayasa tanımıyla, Altın Çağ’a ışık tutan, bize
bakan bölgesel gözlere rol model olan bir ülkenin elifbasının çıkması mümkün
değil. Eskide çok etkili olan 1776 yılı Amerika Bağımsızlık bildirgesi de
zamanında tüm dünyaya meşale tutmuş ve günümüzde Wall Street olaylarıyla
eskidiğini göstermiştir. 236 sene sonra solan bir bildirge de bizim sayemizde
belki üç binli yıllara kadar tüm insanlığa ışık tutan bir lazer güdümlü ışık
ile değiştirilebilir.
Bağımsızlık bildirgesi, o gün Avrupa’da ki baskıdan,
fakirlikten, darlıktan kaçan insanların bir infialle yazdıkları, ama sonra para
ile kavuşunca tam uygulayamadıkları bir metin. Bu metin daha sonra 1789’da
Fransız ihtilalini tetiklemiş ve dünyamızı günümüze taşımıştır. Bu metinde
eksik olan ve bizi geleceğe taşıyacak anayasaya koymamız gereken tat nedir?
‘Önce insan ama gerçekten’ . Örnek vermek gerekirse, tüm insanlığa özgürlük
vaad eden bildirge sonrası, siyah ırk kendilerinde rahatlatan bir uygulama
göremediler. Siyah ırk bugün bile tam olarak batıda özgür değil. Bu anlayışla
gidersek bizim kurgulayacağımız anayasanın yazısı, akılda, dilde kısaca gönülde
dahi insan kendini bulmalı, tüm ülke bu yazıt üzerinde antakt kalmalıdır. Bu
sebeple anayasanın felsefesi ruhu halkımızla paylaşılmalı, yüce gönüllü
ulusumuzun tam katılımı mutlaka temin edilmelidir.
Irk, din, dil temalı değil ama sevgi başlıklı, bölgesel
değil ama evrensel, güncel değil ama kıyamete kadar devam edecek eskimeyecek
kendini yenileyebilecek bir yazı olmalı. İnsanların bize bakışıyla, bizim
onlara bakmamızı gerektirmeyecek, yaratılışın ilk anının perspektifiyle,
günümüzün çeşitsel anlayışlarını harmanlayabilecek, ayrılıklarımızda dahi
birliğin bulunduğunu hatırlatan bir lezzette olmalıdır. Lisanı huzur veren,
yönlendiren, hükmetmeyen ama dileyen arzu eden olmalı, sözde değil özde
insancıl olmalı. İnsanı alıp gönüllerde çıkması gereken en yüce yere oturtmalı,
yanlışın, doğrunun, hatanın, mükemmelin ayrılmaz parçası olduğunu, iyi insan olabilmenin
kötüyü bilmek ve yan yana oturabilmek olduğunu idrak edebilmelidir.
Kısaca sözü bir özdeyişimle kapayayım,
‘Tüm yapraklar aynı olsa idi, nerede kalırdı ormanın
güzelliği.’
Mimar Serdar İNAN
29.11.2011
29.11.2011
İnanlar Yönetim Kurulu Başkanı
Altın Cağın Anahtarı Artık Elinizde, Gönlünüzce …
İletişim çağı neticesinde, artık karanlık hiçbir nokta dünyada kalmadı.
Projektörler açıldı ve heryer aydınlandı. Kredi kartları, telefon konuşmaları,
alımlar, satımlar, girişler, çıkışlar, artık herşey kayıt altında. Istendiği
zaman siz ne yapmışsınız, nereden geçmişsiniz kayıtlara ulaşmak mümkün..
Eskiden bilgi kralların elinde imiş. Krallar bilgiyi
kullanarak güçlerine güç katar olayları istedikleri gibi yönlendirirlermiş.
Artık bilgi herkesin elinde. Internet bilgiyi ışık hızında her yere saçıyor.
Artık herkesin kral olduğu bir döneme giriyoruz. Bu sayede patronlar eskisi
kadar güçlü değil. Babalar eskisi kadar güçlü değil. Hatta krallar dahi güçlü
değil. Işte Arap baharı işte yıkılan Sovyetler vs, örnekleri çoğaltmak mümkün.
Peki bu gücün yayılması dünyada neleri değiştirecek?
Değişmeyen hiçbir ilişki, kural kalmayacak. Tüm dünya
düzeni bu çok başlı güçlülük hikayesiyle yeniden yazılacak. Insanlık hiçbir
zaman bu kadar birbirine yaklaşmış olmayacak. Artık babalar çocuklarına, ağalar
marabalarına, devletler milletlerine yanaşacak. Radikalizm, uc olmak kavramı,
bencilik bitecek, bizciler tüm dünyaya egemen olacak.
Şirketler müşterilerine, doktorlar hastalarına,
üreticiler tüketicilerine kulak verecek; onların istek ve arzuları çercevesinde
işlerini yürütecekler. Internette Serdar İnan diye girdiğiniz zaman önünüze bir
dünya açılıyor, benim bile bilmediğim nice bilgi dijital dünyada benim
egemenliğim dışında dolaşıyor. Bu olgu beni de size yaklaştırıyor,
yaklaştıracak. Beni, ‘biz’ yapan bir olgudan bahsediyoruz, yavaş yavaş hepimizi
sarıyor, farkında olanımız var, olmayanımız var. Artık bu yeni düzene kızıp
evde durmak, kalmak yok. Bu olgu ancak doğru yönetilmeye layık, yoksa tepenin
dağa kızması kadar, olmazı istemiş oluruz. Bu yeni durumun, halin adı ALTINCAĞ.
Başlangıç yılı 2012. Yani Maya’lara göre kıyamet! Evet kıyamet ama eski dönemin
kıyameti, yeni dönemin ise doğumu.
Altıncağ’ın annesi iletişim çağı’ babası ise ‘www’
.
Hayırlı olsun...
Devamı gelecek!..
Devamı gelecek!..
21 Haziran 2013 Cuma
DİĞERGAM'LIK ANDI (21 Haziran 2013)
DİĞERKÂMLIK (1) ANDI
(A)
Aşırı tüketmeyeceğime,
Vergi kaçırmayacağıma,
Çevreyi kirletmeyeceğime,
Milli servete zarar vermeyeceğime,
Trafik kurallarını ihlâl
etmeyeceğime,
Rüşvet vermeyeceğime/almayacağıma,
İmar yasasına aykırı işler
yapmayacağıma,
Sağlığa aykırı alışkanlıklar
edinmeyeceğime,
İş ahlakına (Ahilik İlkelerine)
saygı göstereceğime,
Her şeyi devletten bekleme
alışkanlığını terk edeceğime,
Bir başka deyişle, YOLSUZLUK (2) yapmayacağıma,
(B)
Sayılan alanlarda yolsuzluk
yapanları, “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyaracağıma, ayrıca,
(C)
Uyardıklarıma, kendilerinin de
başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını önereceğime,
(D)
“Maruf’u destekleyeceğime, münker’i
engelleyeceğime SÖZ VERİYORUM.
Adım-Soyadım:…………………… Telefonum :….……………….
İmzam :……………..
KIRMIZIDA DURMAK:
Her türlü yanlış iş, davranış ve haksızlıktan kaçınmayı öngören, bireyi erdeme (3) yönlendiren bir kavram.
Her türlü yanlış iş, davranış ve haksızlıktan kaçınmayı öngören, bireyi erdeme (3) yönlendiren bir kavram.
SOSYAL YAPTIRIM:
“Kırmızıda geçmeğe kalkışanları utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak”
“Kırmızıda geçmeğe kalkışanları utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak”
(1) DİĞERKÂM:
(özgeci, elci, elsever) Kendi yararından çok başkalarını düşünen; başkalarına yararlı olmaya çalışan; başkalarının iyiliği için elinden geleni esirgemeyen; başkalarına iyilik yapmayı yaşam ve ahlâk felsefesi yapan (kimse)
(özgeci, elci, elsever) Kendi yararından çok başkalarını düşünen; başkalarına yararlı olmaya çalışan; başkalarının iyiliği için elinden geleni esirgemeyen; başkalarına iyilik yapmayı yaşam ve ahlâk felsefesi yapan (kimse)
(2) YOLSUZLUK:
Bir görevi, bir yetkiyi kötüye kullanma, yasaya, kurala, yönteme aykırı iş yapma.
Bir görevi, bir yetkiyi kötüye kullanma, yasaya, kurala, yönteme aykırı iş yapma.
(3) ERDEM:
Ahlâkın övdüğü ve ahlâklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçak gönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adı. Fazilet.
Ahlâkın övdüğü ve ahlâklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçak gönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adı. Fazilet.
18 Mayıs 2013 Cumartesi
İlahi Vazife ve Yüce Yol
İlahi Vazife ve Yüce Yol
Mehmet Fahri Öğretici
Yaşayan diriler ve yaşayan ölüler. Bu iki kavram arasındaki
fark, İlâhî Vazife'yle ortaya çıkar. İlâhî Vazife nedir? İlâhî Vazife'yi
gerçekleştirenler, kimlerdir? İlâhî Vazife gerçekleştirenlere hiç bir zaman
camilerde ve kiliselerde rastlayamazsınız, onlar putlaşmış düşüncelerin içinde
kendilerini kaybetmezler, tam aksine hayatla iç içe yaşarken, bu görevlerini
gerçekleştirirler.
İlâhî Vazife'yi, yani Tanrı'ya karşı vazifelerini kudretli
bir şekilde yapan insanlar, sabah yataklarından kalktıkları andan, tekrar uyuma
zamanı gelinceye kadar geçen süre içinde, daima çevrelerindekilere yararlı
olurlar ve candan bir çalışma şekli ile kendilerim ispat ederler. Onlar her
türlü şart içinde İlâhî Vazifeleri'ni unutmazlar. Hem yaşamlarını sürdürebilmek
için canla başla çalışırlar, hem de bu vazifeyi yapabilmek için de, aynı
şekilde çaba gösterirler.
Dünyanın kurtuluşu, insanların İlâhî Vazife'yi idrak
etmeleriyle gerçekleşecektir. Bir insan günlük çalışmalarını yaparken, her
yaptığı işte; başka insanlara karşı sünnetini lâyıkı ile o iş kendininmiş gibi
özenle, sevecenlikle yaparsa ve kendi ruhunun sükûnetini istediği gibi; kendi
arzularını yerine getiriyormuşcasına, başkalarının işini yaparken de huzur
duyarsa, o insan İlâhî Vazife yapıyor demektir. Yani insan her işi, kendininmiş
gibi, kendi arzusuyla ve kalp huzuruyla yapmalıdır.
Her imtihan ve vazife, varlığa bahşedilmiş ilâhî bir
lütufdur.
Aksi hâlde bunun tersini yapanlar, yaptıkları işleri, sadece
zaman geçirmek için, saat doldurmak için, para kazanmak için ve sadece
bencilce, egoist arzularla, kendi egolarım doyurmak için yapmışlardır ki, bu
türden çalışmalarla İlâhî Vazife yapmış sayılmazlar. Zaten o insanlar, o işten
gelen yararın da hayrım görmezler.
İlâhî Vazife her yerde, her,an devam eder. En ufak bir
olayda insanlara negatif yayında bulunmak, İlâhî Vazife değil, şer plânına
hizmettir. İnsan dünya hayatı içinde, ne iş yaparsa yapsın, her şeyden önce
kendi inancı, kendi arzusu, kendi vicdanı ve kendi İlâhî Vazife aşkı ile
insanlara yardımcı olabilmeyi ön plâna almalıdır.
Bir kişinin, insanlara yardımcı olmak için, hayatını bu işe
vermesi, İlâhî Vazife sırasında tüm varlığım, maddî ve manevî yararlı bir unsur
olarak ortaya koyması, onun vazifesini lâyıkıyla yaptığının açık delilidir. Bu
insanlar, her an, her dakika, her düşüncede, her eylemde faydalı olmak, yararlı
işler yapmak ve bütün insan kardeşlerine düşünceyle bile olsa yardım edebilmek
için çalışmak arzusu duyarlar ki, gerçek İlâhî Vazife de böyle yapılır.
Yüce Yol Sevgidir
Yüce Yol sevgiyle başlar, Yüce Yol sevgidir. Bu dünyaya
gelişimiz de, bu dünyada yaşamamız da sevgiyle olmaktadır. Çünkü gerçek sevgi
dinamiktir ve yaratma fiili içinde insanı kendi özüyle, doğayla ye diğer
insanlarla birleştirir.
Sevgi, insanın hayata ve diğer bütün yaratılmışlara karşı
nötr bir durumda kalmasını sağlar. Bu nedenle de dinamizminin içinde pozitif ve
negatifi kapsamına alan bir çatışma vardır. Pozitif ve negatifi kendi
bünyesinde yatıştırarak nötralize eder.
Bütün ruhlar, bilseler de bilmeseler de, sonsuzluk
yolcularıdır.
Bu nedenle de Yüce Yol'a yani Küresel Anlayış'a ulaşabilmek
için, insanın kendi zâtını (Ben'ini) tümüyle ortaya çıkarabildiği bu dinamik
sevgiyi uygulamak gerekir.
İnsan içten gelen yapıcı faaliyetleri, samimi, içtenlik dolu
emeği ve diğer insanlara karşı gösterdiği anlayış ve dinamik sevgi ile Yüce
Yol'un tüm bilgisini elde edebilir.
Yüce Yol bir sevgidir. Yüce Yol bir sabırdır, Yüce Yol bir
fedakârlıktır.
İnsan sevgiyle, her türlü kötülüğü nötralize edebilir ve
evrenin bütün güzelliklerini içinde geliştirebilir.
Sonsuz Sevgi'nin başı ve sonu olan Yüce Yol'a, Doğallık
İlkesi ve Küresel Anlayışla gidilir.
Daha iyi anlamak için bir ufuk düşünelim ve birlikte ufkumuza bakalım. Ufuk
bizim nötr hâlimizdir. O ufukta, kendimize yeni anlayış imkânı yaratıp, bu
anlayışı yaşamaya çalışalım. Bu nedenle de, kendimizi göreceğimiz bir akse
bağlanalım ve kendimize küresel olarak, İlâhî bir aynadan baktığımızı kabul
edelim.
Aynanın ufuktan bize kadar kısmını aktif (+), aynadan
ileriye geçen kısmım da pasif (-) bir yaşam dönemi olarak düşünelim.
Dolayısıyla biz aynadan uzaklaştıkça türlü zorluklarla
karşılaşırız. Aynaya yaklaşıp (-) kısma geçerek aynadaki görüntünün bulunduğu
noktaya yanaştıkça da, her türlü dünyevî hırkamızdan soyunmamız gerekir. Bu
şekilde nefsimizden soyunarak kendimizi görmüş olduğumuz o görüntü noktasına
geldiğimiz anda, yani egomuzu, bencilliğimizi, gururumuzu, kibirimizi
sıfırlayıp, nefsi yok etmeye hiçliğe ulaştığımız anda, Doğallık İlkesi' ne
uygun olarak Küresel Anlayış'a adım atmış, Yüce Yol' un kapılarından içeri
girebilme yetkisini kazanmış oluruz. Eksiden artıya geçiş rölatiftir, tek bir
yönde düşünülemez. Küresel olarak kendi içinde paradoksal simetrik gidiş
gelişleri vardır.
Ruhlar, daima daha iyiye, güzele, hayırlı olana ve İlâhî
Murad'a yönelmekle
sonsuzluk kapısını açmayı amaçladıklarını bir anlayabilseler!...
İnsan Küresel Anlayış için ilk başlangıç sayılan sıfır
noktasına yani nötr duruma geldikten sonra, onun için dünyanın ve dünyaya ait
değerlerin hiç bir önemi kalmaz. Artık o, ruhen güçlenmiştir ve psikolojik
bakımdan da tam anlamıyla sağlıklı bir insandır.
Fakat unutmamalıdır ki, Yüce Yol'da ilerlerken, dönüp arkaya
bakmak ve eskiye heves ederek, geriye doğru kaymak an meselesidir.
Bu geri dönüşler ve kaymalar, Yüce Organizasyonlar
tarafından takip edilmektedir. Bu suretle insanlar cezalarını kendi kendilerine
bulurlar.
Kendilerini bu konuda yetiştirmek isteyenler, her şeyden
önce benliklerinden kurtulmak ve egolarını sıfırlamak zorundadırlar.
Biz o ufuktaki aynanın hakiki görünüşünü anlayabilecek ve
oraya kadar gidebilecek kudreti canımızda, ruhumuzda oluşturduktan soma, artık
bu dünya ile olan her türlü alışverişi ve her türlü anlayışı da nötr duruma
getirebiliriz. Ancak olaylara karşı nötr duruma gelince, attığımız her adımla
öte âlemin derûnuna doğru ilerleriz. Ama bu iş çok basit değildir. Bir insanın
Küresel Anlayış'ı kazanabilmesi çok kolaymış gibi. düşünülmemelidir. Böylesine
nötr bir durum, yıllarca çalışmaların ve bütün varlığı ile uğraşmaların
sonucudur. Bu sonucu elde edebilmek için, o kişinin bütün anlayış, düşünüş ve
yaşayış sistemini değiştirmesi gerekir. Yani anlayış, düşünüş ve yaşayış
sistemini tersine çevirip dengeye getirmelidir.
Şunu belirtmeliyim ki, nötralizasyonu gerçekleştiren insanın
dünyada yaşama imkânları son derece zorlaşır. Eksiyi bırakıp, artıya doğru
gidiyor, yani eksinin sıfırına gelmek istiyor. Bu çok komplike bir konudur.
Vazifelerin ifası sırasında her ruh varlığı, kendini sonsuza
bir adım daha yaklaştırır.
O ufuktaki görüntünün bulunduğu noktada, ufuktaki aynamızda
kendimizi gördüğümüzde, biz hakikaten o noktada bulunuyorsak, kendimizi bu yola
lâyık ve hazır hissediyorsak, o zaman, Yüce Yol'un uygulamasına başlayabiliriz.
Yalnız bu çalışma içindeyken çok dikkat edilmesi gereken bazı noktalar vardır.
Özellikle şunu iyi bilmeliyiz ki, bu noktaya ulaşmadan önce, kurmuş olduğumuz
düşünce, anlayış, inanış sistemlerinin hepsinden vazgeçebilecek cesareti
göstermek zorundayız. Onların her birinin bu konuda zedeleyici, bağlayıcı rolü
vardır. Yani, şimdi içinde bulunduğumuz noktadan, ulaşacağımız sıfır noktasına kadar
pek çok ara nokta yaşamak zorundayız, ama ara noktalardan herhangi birine
takılıp kalırsak bütün vazife sarsılır ve biz de zelzeleye yani büyük bir şoka
uğrarız.
Vazifenin İfasında Kişisel Anlayışa Yer Yoktur
Bu vazifenin ifasında bizim kişisel düşünüş ve
anlayışlarımızın hiç bir önemi yoktur. Eğer kişisel düşüncelerden bir türlü
vazgeçemiyorsak, onları kendimize saklayabiliriz; ama genel nizam içinde
kişisel düşünce ileri sürerek vazifenin aksamasına neden olamayız.
Bizler çok ahenkli bir orkestra şeklinde, orkestra şefinin direktiflerine
tamamen bağlı kalarak, büyük bir ahenk, uyum ve bütünlük içinde vazifemizi
gerçekleştirmek zorundayız.
İyi düşünmek gerek; böyle büyük bir orkestraya dahil olmak, her insanın
başarabileceği bir iş değildir.
Sonsuzluk kapısı, sevgi adalet, doğruluk, irade gücü ve vazife
şuurunun
anlaşılması ile açılabilir.
Aktif olarak bütün canlılığımızla, bedenimizin, ruhumuzun
gücünün son noktasına kadar çalışacağız. Her zaman tetikte olacağız ve
çalışmamız, yaşayışımız hatta uyumamız bile uyanık uyumak şeklinde olacak.
Vazifemizi, hiç ihmal etmeden ve hiç bir dalgınlığa düşmeden
an be an takip edeceğiz. Bu suretle vazifemizin önüne hiç bir engel giremeyecek
ve vazife anlayışımız her şeyden önce gelecektir.
Vazifemize hayatımızı, canımızı feda edebilecek kadar bağlı
olmalı ve vazife için gerekli olan her şeyi bu anlayışla gerçekleştirmeliyiz.
Zaten bu bir mecburiyettir, çünkü başka türlü o sıfır noktasına ulaşamayız.
Ufuktaki sıfır noktasına lâyıkıyla ulaşmak istiyorsak,
vazifeyi ön plâna almak mecburiyetindeyiz.
Siz o zaman yıldızlarla konuşabilirsiniz, hayatınızla
konuşabilirsiniz, geçmiş hayatlarınızla konuşabilirsiniz. Pek çok yeteneğe
doğal ve haklı olarak sahip olabilirsiniz, ama yetenek ve güç sahibi bir insan
olarak, yanılıp da egonuzu ön plâna alırsanız, derhal negatif plâna düşersiniz
ve o negatif plândan kolay kolay da kurtulamazsınız.
Küresel Anlayışın İmtihanları Daha Zordur
İnsanın tekâmülü arttıkça, sorumluluğu da artar; dolayısıyla
kazancı da, zararı da normal bir insana göre çok daha fazladır. Küresel
Anlayış, kendi imtihanlarını da beraberinde getirir çünkü evrende her kıdemin
kendine göre imtihan şekli vardır. Bazı varlıklar bu imtihanları başarı ile
verirler, bazıları veremezler; başladıkları yere dönerler ve korkunç ıstıraplar
çekerler.
Vazife konusunda özellikle bilmemiz gereken en önemli konu şudur: Vazifelinin
nötralizan olarak bir radyoluk vazifesi vardır. İnsanlara sadece genelleri
vermekle sorumludur, gerisine karışmamak gerekir.
Küresel Anlayış, sonsuzluğa giden yoldur.
Vazifenin Gerçekleştirilmesi
Bizim evrenimiz, küresel bir yapıya sahiptir. Atomdan, bizim
galaksimize kadar bütün,galaksi gruplarının, küresel bir yapılışı vardır.
Bulunduğumuz evrende, bugün bilebildiğimiz verilerden başka, her türlü veri ve
fenomen de yine küreseldir, ama küreselliği birdenbire anlamak mümkün değildir.
Bu konu üzerinde konsantrasyonumuz, yeteneğimiz, kudretimiz arttıkça yavaş
yavaş bir gelişme kaydedebiliriz.
İnsan Küresel Anlayış, duyuş ve düşünceleri hazmetmeye
başladıktan soma küresel yaşayışın sevgi demek olduğunu anlar, yani küresel
yaşayışa ulaşıp ulaşmadığımızın bir ölçüsü de hayata ve insanlara karşı
duyduğumuz sevgidir. Küresel düşünmeye, küresel anlamaya, küresel hissetmeye
başlayan bir insan, bütün yaratılmış varlıklara karşı nötr durumdadır' hem de
hepsine büyük bir sevgi ve aşk duyar.
Küresel antenlerine çarpan vibrasyonlar o inşam giderek daha
inceltir, daha süptilleştirir ve insan hem Hiçliği'ni, hem de Birliği'ni
kavrar, Vahdete, Birliğe ulaşır. O artık bir hiçtir; kendini bütüne katmış,
egosunu yenmiştir.
Küresel Anlayış İle Kendini Aşmak
Bizler Küresel Anlayışla kendimizi aşmayı, Doğallık
İlkesiyle ve nötral ilkeyle gayet ahenkli bir şekilde bağdaştırmalıyız ki, bu
çalışmaları yaparken çok fazla güçlükle karşılaşmayalım.
Doğal ve saf şeyler düşünün!..
Ve bu düşünceler Doğallık İlkesi'ne uygun olarak, küresel
olanı canlandırmaya ve büyütmeye başlasın. Böyle davranabilirsek, geçiş
dönemimiz rahat ve yumuşak olabilir.
Küresel Anlayışla kendini aşmak için "Vazife'nin ifası
şarttır.
Sevme ve anlama yeteneğimizi geliştirirsek Küresel
alışverişleri, küresel yayınları büyük bir doğallıkla ve huzur içinde
gerçekleştirebiliriz.
Ve tıpkı ana rahminde, bir çocuğun sevgi ve şefkatle yavaş
yavaş büyümesi gibi, bizler de yaşamımızın her anında her noktasında mükemmel
bir ahenk içinde olabiliriz, böylelikle gelişimimiz de daha hızlı olur.
Sevgi, ahenk ve uyum sağlayabilme yetenekleri ile
birleşirse, insanı çok çabuk geliştirir ve arkasından da sükût devri, temaşa
devri başlar.
Sükût ve temaşa döneminde insan, istediği gibi davranabilir,
istediği gibi konuşabilir, istediği gibi tesir alışverişi yapar, çünkü ruhu
tamamen özgürdür. Kendine ayak bağı olan her türlü nefisten soyunmuştur.
Bir radyo istasyonu gibi, Küresel Anlayış'a, küresel yayma
tam adepte olur, yani Doğallık İlkesi'ne göre öyle bir tesir alışverişi içine
girer ki, kendini, bulunduğu yeri ve her şeyi unutur. Tekâmülü büyük bir huşu
içinde, sevgi ve aşkla, derinlere doğru korkunç mesafeler kaydederek ilerler.
Dünya plânında, olaylar dakik olarak, Dünya Organizatörleri
ve Yüceler tarafından hazırlanmakta ve tespit edilmektedir. Kaderin ne tarafa
doğru kaydığını, ne çeşit olayların meydana geleceğini, olayların ve olanların
büyük Gözlemciler'i ve Kudretliler'i tamamıyla bilmekte ve her olayı dakik
olarak takip etmektedirler.
İnsanlara, yasanın ne şekilde daha kolay ve doğru
yaşanabileceğini öğretmek, anlatmak gerekir. İnsanlar gerçek kişiliklerini
yeniden kazanmalı ve birbirlerinin yüzüne sevgiyle bakıp, dünya hayatını
cennete çevirebilmelidirler.
Ruhun eğitimi yaşamın konusu olduğu için ruha ait şu bir kaç
öğütü iyi dinleyiniz!
Onlara bu gerçekleri, ilâhî hizmet olarak anlatacak
vazifelilere gerek vardır.
Vazifelinin görevi; dünyanın bu gidişinin, gidiş olmadığını
fark edenlere, fizik ve psikolojik hayatlarım nasıl devam ettireceklerini
anlatmak ve bir nizam ve intizama girebilmek için nasıl bir metot kullanılması
gerektiğini aktarmaktan ibarettir. Gerisi onların bileceği iştir. Kimse kimseyi
sırtında taşıyamaz. Sadece gerçeği arayıp da bulamayanlara bilgi vermek
gerekir.
Vazifenin İfasında Dikkat Edilecek Noktalar
Her şeyden önce şunu bilmeliyiz ki, vazifelinin
çalışmalarında onun kudret ve yeteneğinden önce Yukansı'nın idaresi çok
önemlidir. Ve Yukarısı'nın idaresini kabul ederek, dinleyerek, o güvene, o
kontrol ve yönteme kendisini teslim ederek hareketlerini tayin etmelidir.
Vazifeli, Yukansı'nın uygulayıcı bir işçisi ve hizmetkârı olarak; büyük bir
kudret ve güven içinde, içinden gelen bütün gücüyle, darılmadan, kırılmadan,
üzülmeden, büyük bir sabırla vazifesini oluşturmalıdır. Ve bu aşamada mümkün
olduğu kadar ikaz almamaya çalışarak eylemini tamamlamalıdır. Kendisini rencide
edecek herhangi bir anonsla karşılaşmadan, işini mükemmel bir şekilde bitirip
sonuca gelmesi gerekir. Zaten Yüce Yol'da yürümenin gerçek tekniği de budur.
Bizden önce Yüce Yol'da yürüyen, yol açan kudretli varlıkların yürüyüşleri ile
yürümek gerek. Ancak yürüyenle yürünür.
Yüce Yol Küresel Anlayış Yoludur
Yüce Yol, Küresel Anlayış'ın yoludur. Küresel Anlayışta
süspansiyonel bir anlayış kudreti vardır ki, insan nasıl bu kadar geniş ve
esnek düşünebildiğine kendisi bile şaşırır. Ve her arzusunun bir bir
gerçekleştiğini fark eder.
Küresel Anlayış'a göre, arzu etmenin mânâsı, bir işi yapabilme
gücünü istemektir ki, her gün insanlar, bilseler de, bilmeseler de arzu ve
istekleriyle otomatik olarak Küresel Anlayış'a adım atmaktadırlar. Bu anlayışa
göre insan, bir noktadan başka bir noktaya sıçrayamaz; ancak adım adım, yavaş
yavaş, olduğu noktadan başlayarak kendini yeniden inşa edebilir.
Yüce Yol, ağlamakla, sızlamakla, dua etmekle elde edilecek
bir yol değil; tatbikat gerektiren bir yoldur. Öncelikle bütün dünyasal
etiketlerden soyunmayı öğrenelim.
Ruhunuzun sonsuzluk bilgisini elde etmesi için çaba
harcayınız.
Haysiyet, şeref, izzet-i nefis, önemli mevki ya da
serserilik gibi her türlü dünyasal kavramı bir kenara kaldırmak gerekir.
İyi-kötü, pozitif-negatif, güzel-çirkin, doğru-yanlış bu kavrayışta önemini
yitirir. Yani bu dünyada şeref, namus, kibir, gurur gibi kıymet ve önem verilen
bütün kanaatleri etiket gibi taşımaktan vazgeçip, Küresel bir anlayışla konunun
asimi anlamaya doğru yönelmek gerekir.
Hiç bir güçlük karşısında mücadeleden kaçmayınız ve ruhsal
gerçeklere
sırt çevirmeyiniz.
Daha iyi anlaşılması için şöyle diyelim: Bir aynaya bakın ve
kendi cisminizden çıkarak aynadaki hiç'in içine girin. Boy aynasında gözüken
kişi olun; çünkü onda dünyaya ait manyetik tesir bile yoktur; öylesine
hiçleşmiştir ki!.. İşte egoyu böylesine terbiye etmek gerekir.
Yüce Yol, yasaları Tanrı tarafından düzenlenmiş bir yoldur
ve isteyişlerimizin bu yasalara, uygun olması gerekir.
Küresel Anlayış'ın küresel yalvarışları, küresel duaları
vardır.
Gönül ister ki, herkes Yüce Yol'da açık ve uyanık olsun.
Yüce Yol divândır, Yüce Yol bir huzurdur. Yüce Yol
sonsuzluklara uzanıştır. Yüce Yol insanları, insan-üstülüğe terfi ettiren bir
aşamadır. Sonsuzluklar âleminin divânıdır.
Yüce Yol bütün bu divânları kendi ruhuna nakşetmiş olan İlâhî İrade
Organizatörleri'nin gösterdikleri yoldur.
Kendinize zihinsel ve yüksek düzeyli ihtiyaçlar yaratınız.
Maddenin ruhunuzun özgürlüğünü kısıtlayan cazibesinden kurtulmak için zihinsel
ve yüksek düzeyli ihtiyaçlar yaratınız.
( Sonsuz Yüce Yol - Mehmet Fahri Öğretici )
Konular;
AKTARAN:
Galip (Diğerkâm)
BARAN
TEL: 0252 382 34 77 / (GSM)
O535 844 84 76
E-POSTA:
galipbaran@windowslive.com
5 Nisan 2013 Cuma
AYNI GEMİNİN YOLCULARI
AYNI GEMİNİN YOLCULARI
JACK COUSATEAU, KRİTON CURİ, MARK DUBOİS, EDWARD GOLDSMİTH, ERİCH FROMM VE GALİP
BARAN’DAN: "O
GEMİNİN YOLCUSU DÜNYALILARA UYARI!.."
COUSTEAU UYARIYOR!
“Denizle Hakimi”ne tüm insanlığın kulak
vermesi gerek
Kaptan Cousteau’yu tanımayan
yok. ‘Denizler Hakimi’ ünlü bilim adamı, ne yazık ki gelecek kuşakların
yaşamları konusunda (eğer çok kısa bir zamanda önlem alınmazsa) tüyler ürperten
kehanetlerde bulunuyor…
Yaşlı bilim adamı, çağdaş toplumda herkesin inanılmaz bir bencillik
içinde olduğunu; yalnızca kendi rahatlarını düşünüp, gelecek kuşakları
tehlikeye soktuklarını açıklıyor.
Cousteau’nun “kehanetleri” aynen şöyle:
“ İnsan hakları
konusunda son derece duyarlı görünen günümüz toplumları, kendilerinden sonra
gelecek kuşaklara yaşam hakkı tanımıyorlar. ‘Benden sonra tufan’ düşüncesiyle hareket ediyorlar.
Aslında dünyamız dört
milyar yıldır varlığını sürdürüyor. İnsanoğlunun dünyada bir milyon yıldır var
olduğunu da biliyoruz. Dünyamız bir dört milyar yıl daha yaşayabilecek durumda.
Ama biz, onun ömrünü birkaç yüzyıla kadar indirmekteyiz.
Dünyayı ve
insanoğlunu tehdit eden en büyük tehlike; aşırı kalabalık; nüfus artışıdır. Pek
yakın bir gelecekte dünya nüfusu 14 milyarı aşacak. Şimdi nüfusun 5,5 milyar
dolayında olduğu biliniyor…
Ama her altı ayda
dünya neredeyse Fransa’nın nüfusu kadar kalabalıklaşıyor, yani 50 milyon kadar
artıyor.
İşte dünya yüzündeki
tüm kirlenme, zehirlenme, bitki ve havanların ölümü; bu kalabalığa bağlı
nedenlerden ortaya çıkıyor. İnsanoğlu yalnızca kendi yaşamını, hayatta
kalabilmeyi düşünüyor. Bu nedenle de hayvanlara, başka canlılara yer kalmıyor yeryüzünde…
İki bin küsurlu
senelerde dünyada insanoğlu tek canlı olarak kalacak. Yiyecek bulamayacak. Et
gerçek bir lüks olacak. Çünkü dünyada koyun, sığır türü hayvanların kökü
kazınmış olacak… Oturacak yer bulamayacak, tüm çevresi betonlarla kaplanacak.
Sonuçta bitki örtüsünü de yine kendi yok edecek…
Bu nedenle kadınlara
bir an önce hakları verilmeli, bilinçlendirilmeli
ve az çocuk yapmaları için eğitimden geçirilmeli. Ayrıca ben, insanların;
yaşlılık ve gelecek korkusu için çok çocuk yaptıklarına inanıyorum. Bu geleceği
güven altına alırsak, çok çocuk yapmaktan vazgeçeceklerdir.
NÜKLEER SANRTALLAR
İnsanoğlunu ve
dünyayı bekleyen bir başka korkunç tehlike de, nükleer santrallar. Bugün bilim
ne kadar ilerlemiş olursa olsun, insanlar; atom çekirdeğinin parçalanmasıyla
elde edilen enerjiyi üreten nükleer santralları henüz denetim altında
tutamıyorlar. Böylece de bu santrallar Çernobil’de görüldüğü gibi, korkunç bir
tehlike yaratıyorlar… O halde, teklifimiz; tümüyle denetim altında tutmayı
başarmadan, bu santralların bütün dünyadan kaldırılması.
İşte bu amaçla
Birleşmiş Milletler’e ; geleceğin kuşaklarına yaşam hakkı tanınması için
başvuruda bulunduk. Böylece bütün
dünyada kampanyalar başlatılmasını ve bir an önce önlem alınması için girişimde
bulunulmasını sağlayacağız. Gelecek kuşakların temiz ve yaşanacak bir dünyaya
hakları olduğunu düşünüyoruz. Bunun için de her ülke insanının kendi çevre
bakanlıklarına başvurarak; bu konuda bize destek sağlamaya çalışmasını
bekliyoruz. Ancak bu sayede dünyamız ve insan nesli kurtulabilecektir.
( ÇEVRE/ 10. 06. 1991)
***
DÜNYAYA ÇAĞRI!
Ülkelerin çevresel
istismarlarının durdurulması amacıyla bir çağrı kampanyası başlatıldı. 1992
yılında Brezilya’da toplanacak olan
Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’na sunulmak üzere uluslar arası düzeyde
yürütülen imza kampanyasının öncüsü ise Boğaziçi Üniversitesi Öğretim
üyelerinden Kriton Curi.
Kampanyanın metni ise şöyle:
“Biz bu yazıyı
imzalayanlar çevre kirliliğinin gezegenimizi tehdit eden en önemli
tehlikelerden biri olduğunun bilincinde olarak,
çevre kirliliğinin; ülke sınırı, ırk, din ayrımı tanımaksızın tüm insanlığı
etkilediğini hatırlatarak
Hükümetlere,
Birleşmiş Milletlere,
ve tüm insanlara
sesleniriz …
Ve, ülkeleri; “kirli
endüstriler” ve zararlı madenler ihraç
ederek, başka ülkelerin çevrelerinin istismarına son vermeye davet ederiz.
Bu amacın
gerçekleşmesi için:
(a) Herhangi bir ülkede kurulması düşünülen
yabancı bir endüstri , bu ülkedeki çevre ve halk sağlığının korunması ile
ilgili mevzuatın yetersizliğinden yararlanmayıp; kurulacak endüstri merkezinin
bulunduğu veya kurulacağı ülkede alınması öngörülen önlemlerin en ciddilerini
uygulamaya mecbur tutulmalıdır.
(b) Hiçbir ülkede, üretilen ürünlerin, diğer
bir ülkeye ihraç edilebilmesi için
gereken tüm şartlar yerine getirilmeden ihracata izin verilmemelidir. Bir
ülkede kullanımı yasaklanmış olan ürünlerin diğer ülkelere ihracatı kesinlikle
önlenmelidir.
(Kriton Curi)
***
Çevreci Mark Dubois, herkesin kendine sorması gereken soruyu haykırıyor.
‘Dünya için ne yapabilirim’
“Kim demiş dünyayı
değiştiremezsiniz diye, bir tek insan bile dünyayı değiştirebilir.” Bu
cümle , Dünya Günü 1990’ın sloganıydı. Bu özel günün düzenleyicilerinden nehir
uzmanı ve çevreci Mark Dubois, dünya
üzerinde yaşayan herkese benzer bir çağrıda bulunuyor: Dünyaya zarar vermeden onun üzerinde nasıl yaşayacağımızı öğrenmeliyiz.
Herkes, aynaya bakarak , ‘ben ne yapabilirim’ sorusunu kendisine sormalıdır.”
Dünya Günü’nün uluslararası etkinliklerini koordine eden Mark
Dubois, daha sonra çokuluslu kalkınma bankalarının 30 milyar dolarlık yıllık
kredi kullanımını daha çevreci ve toplumsal alanlara kaydırabilmeleri amacıyla
uluslar arası baskı oluşturan, dünya üzerindeki çevreci, toplumsal ve ekonomik
gelişmeden yana resmi olmayan kuruluşlarla iletişim kurmaya çalışan kişilerden
biri.
Merk Dubois kararlı,
“Dünya üzerinde bir ya da iki çılgın insanın tek başlarına gerçekleştirdikleri
pek çok önemli değişiklikler vardır. Bu
da insanların tek başlarına neler yapabileceklerinin göstergesidir.” diyor.
Çoruh Nehri üzerinde düzenlenen raftinge katılan Mark Dubois
ile Amerika’ya dönmeden önce İstanbul’da kaldığı Mozaik Otel’de görüşme olanağı
bulduk.
Yaşamı nehirlerle ve çevre etkinlikleriyle geçen, bireylerin
çevreyi değiştirmek üzere harekete geçmelerini sağlamaya çalışan Dubois,
dünyanın geleceğine ilişkin umutlarını henüz yitirmemiş. “Dünya
Günü’ne katılımlar, büyülü ve harikulade güzel olan Çoruh Nehri üzerinde
rafting yapmak ve bu umudun nedenlerinden bazıları” diyor.
Dubois’e göre, insanlar artık çevre sorunlarını bilincinde
ama harekete geçmekte oldukça yavaşlar. Çünkü, “Ben tek başıma ne yapabilirim ki? Hiç kimse bir şey yapmıyor, benim
yapmamın da anlamı yok” diyerek, elini kolunu bağlayıp oturmak kolay. Bu
nedenledir ki, umutsuzluğun, kötümserliğin her zaman kazançlı çıktığını
söylüyor. Dubois şöyle devam ediyor:
“İyimserlik ve umutlu
olmak ise her zaman kazançlı çıkmaz belki, çünkü zor olan budur. Sorunlarla
mücadele etmek, savaşmak, tek başına da yapılabilecek şeyler olduğunu düşünerek
harekete geçmek kolay değildir ama yapılması gereken budur. Dünya üzerinde bir ya da iki çılgın insanın tek başlarına
gerçekleştirdikleri pek çok değişiklikler vardır. Bu da insanların tek
başlarına neler yapabileceklerinin göstergesidir.”
Tüm dünyaya sesleniyor
Mark Dubois, çevre konusunda en önemli sorunun insanların
harekete geçmemesi olduğunu ve bunun
dünya üzerindeki tüm ülkelerde yaşandığını söylüyor. Dünyanın her yerinde
benzer sorunların yaşandığını, örneğin ozon tabakasının delinmesinin tüm
dünyayı tehdit ettiğini vurguluyor. Peki o zaman ne yapmalı? Dubois, yalnızca
Türklere değil, tüm dünyalılara sesleniyor:
“Herkesin ‘dünya ile
yaşamayı nasıl öğrenebilirim’ sorusunu sorması gerekli. Yaşarken dünyayı parça
parça öldürüyoruz. Dünya giderek kirleniyor. Ona daha nazik davranmayı
öğrenmeliyiz. Örneğin Kaliforniya’da yaşayan bir çiftçi artık yer altı sularını
zehirli oldukları için kullanamıyor. Çocuklarımıza zehirli gıdalar yedirerek
onların yaşamlarını çalıyoruz. Buna hakkımız yok. Birbirimizle savaşarak çok
zaman kaybettik. Örneğin bir sanayicinin üretimini ve tarzını beğenmeyebiliriz.
Ama sorunlar karşısında onunla birlikte çalışmayı denemeli, bunu öğrenmeliyiz.
Dünya üzerindeki ortak geleceğimiz için birlikte mücadele etmeliyiz. Kuşlar
birlikte uçarak hem daha çok enerji sağlıyor hem de daha uzaklara
ulaşabiliyorlar. Biz de birlikte savaşmalıyız. Meyve yalnızca ağacın dalının
ucunda. Elimiz kolumuz bağlı oturursak meyveyi yiyemeyiz. Yerimizden kalkıp,
ağacın dalına uzanırsak meyveyi tadabiliriz.”
(Figen Atalay /26.
07. 1993/Cumhuriyet)
***
Edward Goldsmith’in: Beş
bin günde dünyanın kurtuluşu
Uluslar arası ekolojist hareketin
belli başlı öncülerinden Edward Goldsmith’in son kitabı “yerküreyi kurtarmak için beş bin gün” daha şimdiden 300 binlik uluslar
arası bir satış rakamına ulaşmış durumda. Dünyanın en etkin çevrecilik dergisi “Ekolojist”i 1970 yılından bu yana
yayımlamayı sürdüren Edward Goldsmith’in, kitabında ana hatlarını çizdiği ‘dünyayı kurtarma programı’nın temelinde
insanoğlunun yaşam tarzını kökten bir biçimde değiştirmesi anlayışı yatıyor.
Goldsmith’in planı, dünyanın karşı karşıya
bulunduğu üç ana tehlikenin belirlenmesiyle işe başlıyor: 1990 yılının yazı, 1880’den
bu yana yaşanan en sıcak yaz idi; Basra Körfezi’indeki kirlilik oranı, yerküre için bir ‘rekor’du; dünyada her yıl yok edilen orman alanı da Fransa
yüzölçümünün yarısı kadardı…
İşte bu ‘durum tespiti’; üç acil
önlem paketini gündeme getiriyordu: Ozon tabakasını delen klorflorokarbon (CFC)
gazının lanetlenmesi; okyanusları kirleten toksik atıkların durdurulması;
uluslararası bir ağaçlandırma seferberliği…
“Eğer örgütlenirsek, daha az tahripkâr bir yaşam biçimi
yaratabiliriz” diye düşünen Edward Goldsmith, böyle bir hedefe
ulaşabilmek için, insanların hem hükümetleri denetim altında tutup hem de
kendi, kendine yeten küçük birimler halinde organize olarak sonuca
varabileceklerini öne sürüyor. Tek gerçek demokrasinin, ancak küçük çaplı
örgütlenmelerle yaşayabilen bir demokrasi olduğunu dile getiren Goldsmith, insanların devlet
kurumlarına ve büyük kuruluşlara bel bağlamakla yetinmemelerini öğütlüyor.: “Bazıları bunun bir ütopya olduğunu
düşünüyorlar; fakat bana sorarsanız, esas gerçekdışı olan, bizim şu andaki
yaşam biçimimizdir.
(31 Mart 1991/ Cumhuriyet Dergi)
***
ERİCH FROMM VE BEN (1)
İnsan davranışları üzerine
çalışmalarıyla ünlü Erich Fromm, “Sahip
Olmak ya da Olmak” adlı eserinde, “sencillik”
ve “bencillik” olarak tanımladığı
iki temel özelliğiyle (ilkesiyle) ilgili görüşlerini aşağıda görüldüğü şekilde
açıklıyor:
“Sahip olmak” ilkesine sahip insan; mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye sahip olmak, onları ele
geçirmek, kendine mal edip, onlara egemen olmak ve dilediğince kullanmak
ister. Bu sahip oluşların sonu yoktur.
“Olmak” ilkesine sahip insan ise; hiçbir şeyi elde etmeye ya
da kendine mal etmeye, şöhret ve iktidara sahip olup insana egemen olmaya
kalkışmaz. Bu ilkenin insanı, kendisini geliştirir. Evrimleşir, diğer insanları
sever. Sözcüklerle anlatılamayan, yaşanılan, hissedilen bir özelliktir bu ilke.
Dünya düzeni “sahip olmak” üzerine kurulduğu nedenle, insan ve değerleri, yerini
makinelere ve ekonomik gelişmenin çarklarına bırakmıştır. Bilim, teknik
ilerlemiş, ama bunlar kendi yararına kullanılmadığı için, insan bir araç haline
dönüşmüştür.
Çözümün ilk ve tek şartı, “sahip olmak” ilkesinden “olmak” ilkesine geçmektir. Yeni bir insan, yeni bir toplum oluşturmaktır.
Eserin çevirisi yapan Aydın Arıtan Fromm için şöyle diyor :
Erich Fromm, yazdıklarına ve savunduğu fikirlere uygun
yaşayan ender insanlardan birisiydi. Parada, malda ve şöhrette gözü olmayan,
mütevazi yaşantısıyla dikkati çeken Fromm, “Sahip Olmak ya da Olmak”ı tam beş kez yeniden yazmıştır. Kendisine
“Yeni Çağın Peygamberi” denmesinden
hoşlanmayan Fromm, sorunları ve çözüm yollarını göstererek, tıpkı İsa’nın
geleceğini bildirip, onun yolunu hazırlama görevini üstlenen Nasıralı Yahya
gibi gelecekteki müjde ve felaketi işaret görevini başarıyla yerine
getirmiştir.
***
(1) : Çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi,
rüşvet, iş ahlakı (Ahilik), milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme
gibi alanlarda başlattığım “okul dışı
eğitim” olarak tanımladığım, insanı, davranışlarını ve nedenlerini
araştırdığım, bazıları yerel bazıları merkezi yönetimin sorumluluk alanına
giren, beni bilinçlendiren
çalışmaları yaparken yaşam biçimim kökten değişti. “Bencillik”ten (hodkâmlıktan) kurtuldum. “Sencillik” (diğerkâmlık) ilkesini özümsedim. Erich Fromm gibi
yaşamağa başladım…
Bilinç Üniversitesi Kurucusu
Bilinçolog Galip (Diğerkâm) Baran
TEL: (0252) 382 34 77 / (0535) 844
84 76
E-POSTA:
galipbaran@windowslive.com
Bilinç Üniversitesi’nin:
(a) İşlevi:
“Bilgi Çağı” üniversitelerinin, zamanla Bilinçoloji Ana Bilim Dalına
dönüşebilecek “Bilinç Enstitüsü” ya da “Bilinç Kürsüsü” gibi bölümler
kurmalarına yardımcı olmak; böylece, bundan böyle, yalnız bilgili değil aynı
zamanda bilinçli mimar, mühendis, doktor, sosyolog, psikolog, antropolog v.b. meslek mensuplarının yetişmesine katkıda
bulunmak.
(b) Kuruluş amacı: Güçlünün haklı olduğu
değil, haklının güçlü olduğu, eşdeyişle, “dünyevi değerler”in yerini “uhrevi
değerler”in aldığı bir dünya düzeni kurmak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)