26 Ocak 2012 Perşembe

FELAKETİN AYAK SESLERİ & ERİCH FROMM

ERİCH FROMM VE  BEN (1)
İnsan davranışları üzerine çalışmalarıyla ünlü Erich Fromm; çevirisini Aydın Arıtan’ın yaptığı “Sahip Olmak ya da Olmak” adlı eserinde, insanın (ilke olarak da nitelediği) iki temel özelliğinin altını çiziyor. “Sencillik” ve “bencillik” olarak tanımladığı bu özelliklerle ilgili görüşlerini aşağıda görüldüğü şekilde açıklıyor: 
“Sahip olmak” ilkesine sahip insan; mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye sahip olmak, onları ele geçirmek, kendine mal edip, onlara egemen olmak ve dilediğince kullanmak ister.  Bu sahip oluşların sonu yoktur.
“Olmak” ilkesine sahip insan ise; hiçbir şeyi elde etmeye ya da  kendine mal etmeye, şöhret  ve iktidara sahip olup insana egemen olmaya kalkışmaz. Bu ilkenin insanı, kendisini geliştirir. Evrimleşir, diğer insanları sever. Sözcüklerle anlatılamayan, yaşanılan, hissedilen bir özelliktir bu ilke.
Dünya düzeni “sahip olmak” üzerine kurulduğu nedenle, insan ve değerleri, yerini makinelere ve ekonomik gelişmenin çarklarına bırakmıştır. Bilim, teknik ilerlemiş, ama bunlar kendi yararına kullanılmadığı için, insan bir araç haline dönüşmüştür. 
Çözümün ilk ve tek şartı, “sahip olmak” ilkesinden “olmak” ilkesine geçmektir.  Yeni bir insan,  yeni bir toplum oluşturmaktır.
Aydın Arıtan, kitabın sunuşunda Fromm için şöyle diyor :
1980 yılında ölen Erich Fromm, yazdıklarına ve savunduğu fikirlere uygun yaşayan ender insanlardan birisiydi. Parada, malda ve şöhrette gözü olmayan, mütevazi yaşantısıyla dikkati çeken Fromm, “Sahip Olmak ya da Olmak”ı tam beş kez yeniden yazmıştır. Kendisine “Yeni Çağın Peygamberi” denmesinden hoşlanmayan Fromm, sorunları ve çözüm yollarını göstererek, tıpk İsa’nın geleceğini bildirip, onun yolunu hazırlama görevini üstlenen Nasıralı Yahya gibi gelecekteki müjde ve felaketi işaret görevini başarıyla yerine getirmiştir.
(1)    :  Çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı (Ahilik), milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme gibi alanlarda başlattığım “okul dışı eğitim” olarak tanımladığım, insanı, davranışlarını ve nedenlerini araştırdığım, bazıları yerel bazıları merkezi yönetimin sorumluluk alanına giren, yıllardır devam eden, beni bilinçlendiren çalışmaları yaparken yaşam biçimim kökten değişti. “Bencillik”ten kurtuldum. “Sencillik” ilkesini özümsedim. Erich Fromm gibi yaşamağa başladım…
Galip Baran
TEL: (0252) 382 34 77 / (0535) 844 84 76 / E-POSTA: galipbaran@windowslive.com
From: Mustafa Nevruz SINACI / Sent: Wednesday, January 25, 2012 To: galipbaran.wlw / Subject: FW: Büyük felaketin ayak sesleri ! (Prof.Dr. D.Ali Ercan)
FELAKETİN  
AYAK SESLERİ
Değerli arkadaşlar,
İnsanlık  geçim derdi, seçim derdi ile, hay huyla uğraşırken, küresel ısınımın tetiklediği felaketler zinciri çoktan harekete geçmiş bulunuyor.. Dünya dediğimiz Gemide, insanlar iktidar savaşını, kaptanlık savaşını, en iyi kamarayı kapmak yarışını sürdürürken Gemi su almaya başladı ve galiba önlenemeyecek bir batış sürecine girdi.. 
Bilim adamları 1960 lardan beri (Club of Rome'un kuruluşundan beri) sürekli uyarılarda bulundular:  "Bu gidişat  doğru gidişat değil" diye..  aklın ve bilimin yolunu değil, kör inançların, dogmaların ve saplantılı ideolojilerin yolunu tercih eden siyasetçiler, hemen her ülkede inatla yanlışı sürdürdüler, nüfus artışına, çevre kirliliğine, karbon dioksit veya azot dioksit gibi sera gazlarının salımına karşı önlem almak şöyle dursun, daha da yüksek hızda üretim saçmalığı ve tüketim toplumları yaratmak çılgınlığı aldı başını gitti..  Ve Gezegenimiz belki 1-2 bin yıl sonra zaten gireceği doğal ısınım safhasına, insan etkisiyle hızlandırılmış olarak vaktinden önce girdi.  (küresel ölçekte etkili teknolojilerin henüz geliştirilmediği bir dönemde, açıkçası hazırlıksız yakalandık) 
Buzulların erimesi sonucu Okyanus akıntılarının düzeninin değişmesi, olumsuz iklim  değişikliklerine neden oluyor,  diğer yandan ayarı şaşmış fauna ve flora  insan yaşamını tehdit eder duruma geliyor.
Ağırlıklı olarak Grönland ve Antarktikada 2000 yılı öncesinde eriyen  yaklaşık  240 milyar ton buzul nedeniyle okyanuslarda su seviyesinin 1 mm. yükseldiği, bu yüzyılın başında, tespit edilmişti... Aradan geçen 10 yıllık sürede bu eriyişin  sabit hızda değil, her yıl yaklaşık %15 artan bir hızla devam ettiği tespit edilmiştir.. Felaket olan da bu üssel (geometrik) artıştır.. Yılda %15 artış demek, 10 yılda 1,1510 = 4 katı artış demektir; yani bir yılda eriyen buz miktarı 10 yıl önceki miktarın yaklaşık 4 katı olacaktır.
Başlangıçta birkaç mm. lik yükseliş belki önemsiz gibi gelir ama, gezegenin ömrü yanında nokta gibi kalacak  kısa  bir sürede Grönland ve Antarktika'daki tüm buzullar eriyecektir.. Mevcut eriyiş hızının devamı durumunda, deniz seviyesindeki yükseliş miktarını ( ∆h ) aşağıdaki tabloda görüyoruz :

Yıl            ∆h  (metre)  
2000            0,001   felaketin ayak sesleri işitiliyor....
2010            0,004
2020            0,016
2030            0,064  
2040            0,256   40. ncı yılda  sadece 26 cm... ama
2050            1,024   50. nci yılda 1 metre....
2060            4,096
2070          16,384
2080          65,536         veee...
2081          70,000 metre !!        
2080 de Grönland ve Antarktika'daki tüm buzullar, yaklaşık 30 milyon (km)3 buzul erimiş, dünyada deniz seviyesi 70 metre yükselmiş olacaktır..
22. nci yüzyıla giremeden, dünyamız tanınamaz hale gelecek, binlerce ada ve kıyı şehirleri, kıyı ormanları ve geniş topraklar deniz suları altında kalacak, (ülkelerin  %1 - %5 arasında  toprak kayıpları olacak) ve kaçınılmaz olarak,  tüm sosyo-ekonomik sistemler çökmüş olacaktır..  Bu felaketin yaratacağı kaos ortamından kaynaklanan problemler sonucu, açlık, susuzluk, baş edilemeyen virüslerin yol açtığı salgın hastalıklar, terörist katliamlar vs.. 10 milyarı aşmış dünya nüfusunun çok büyük bir bölümü, belki  %80 i, acımasız bir kıyıma uğrayacak, sadece Bilim ve teknolojide ilerlemiş, akılcı yönetimlere sahip,  hazırlıklı bazı ülkeler bu girdaptan salimen çıkabileceklerdir. 22.nci yüzyıla girerken gezegen üzerinde ancak 2 milyara yakın bir nüfus kalacağını tahmin ediyorum. 
Şu anda gözlerimizi yummuş, torunlarımızın çığlıklarına kulaklarımızı tıkamış, büyük felaketten 70 yıl öncesinin mutluluğunu(?!)  yaşıyoruz..   æ
National Geography Belgesel :
6 derece dünyayı değiştirebilir-1
6 derece dünyayı değiştirebilir-2
6 derece dünyayı değiştirebilir-3
6 derece dünyayı değiştirebilir-4

24 Ocak 2012 Salı

Başbakan "ya görevini yapmalı, ya da çekip gitmeli" .....

(BU YAZIÖZÜMDEN ÇOK SEVDİĞİM,  EGEMENLİĞİNE SAHİP ÇIKAMAYAN  TÜRK MİLLETİ’NE BİR YENİ  YIL  ARMAĞANIDIR)
BAŞBAKAN!
YA  GÖREVİNİ  YAP!..
YA DA BIRAK!..

Başbakan Erdoğan!..
Senin Meclis Başkanlarından Köksal Toptan, açılışını şahsen yaptığın Turgutreis Yat Limanını (D-Marin’i);
*     ÇED raporunu hiçe sayarak, Çevre Yasası’ni ihlâl ederek, denizi kirleterek inşa eden,
*    Trafik Yasası’nı ihlâl ederek, “kamusal alan”a tecavüz ederek, insan haklarını yok sayarak işleten,
*    “Kamusal alan”a; klasik müzik konserleri düzenleme bahanesiyle yıllardır  tecavüz eden, 
Bu tür yolsuzlukları yapmayı alışkanlık haline getiren Doğuş Grubu Başkanı Ferit Şahenk’e  TBMM Hizmet Ödülü verdi!
Yüce Meclis, (TBMM) yolsuzlukları ödüllendirdi!  Cüceleşti!..
Diğer taraftan, bir  “yasa bağımlısı” olarak ben; yıllardır, başta Ferit Şahenk’in yaptıkları olmak üzere, pek çok yolsuzluğu önledim…
“Kamusal alan”a, özümden çok sevdiğim Türkiye’ye sahip çıktım!
Sahip çıkmaya devam ediyorum; Görevimi yapıyorum!...

Bre Erdoğan!  Sana  soruyorum!:
(a)   Ne TBMM’ye, ne Türkiye’ye, ne de kendime yakıştıramadığım bu ödülü geri alabilecek, (b) Türkiye’yi “parayı verenin düdüğü çaldığı ülke olma” utancından kurtarabilecek,
(c) Türkiye’ye sahip çıkanların yanında yer alabilecek,
(d) Türkiye’yi Ferit Şahenk gibilerin yönettiği ülke olmaktan kurtarabilecek misin?
Kurtaramayacaksan; bu görevini bile yapamayacaksan; Başbakanlığı bırak!..
Galip Baran
Turgutreis’in Erdem Öğreten Deli(!)si (1) / “Yasa Bağımlısı”/ Bilinçolog
(1) Bak:  Prof. Dr. M. Akif Çukurçayır/Yurttaşsız Demokrasi/sayfa: 299/Çizgi Kitabevi

e.MAİL: galipbaran@windowslive.com, WEB: galipbaran@blogspot.com,
bilinc-universitesi.blogspot.com,
0 yorum

19 Ocak 2012 Perşembe

bilinç (farkındalık)!.....

BİLİNÇ - ZİHİN FARKINDALIĞI
Açıklama: http://t2.gstatic.com/images?q=tbn:ANd9GcS9Bli6Z5ZQ36INMc5fH6yW7RU1ccfoxZOIRdAnxanx6ncPui8LHAFARKINDALIK
İnsan bilinci kendini çeşitli seviyelerde ve tabakalarda gösterir, her bireyin kendini ve evreni anlayış düzeyi farklıdır. Kimi eylemlerinin akmasına bilinçli bir şekilde dahil olurken kimi sadece eylemlerin sonucu ile ilgilenir. Varoluşun yasaları gereği her şey enerji seviyemiz ve bilincimizin bu yasalarla kurduğu bağlantılarla ilişkilidir. Peki bizler bu ilişki'nin ve varoluşumuzun ne kadar farkındayız? Hangi amaca hizmet ediyor ve varoluşumuzla yaşamın hangi boşluğunu dolduruyoruz? İşte farkındalık bu sorularla başlar. Tüm evren ve insanlıkla ortak bir bilinç olduğumuzu algılayacağımız farkındalığın bilincine kadar devam eder.

diğerkâmlık!.........

DİĞERKÂMLIK (1) ANDI

ALLAH’ım!.. 
Bundan böyle, 
KIRMIZIDA DURACAĞIMA, eş deyişle;
(A)
Aşırı tüketmeyeceğime,
Vergi kaçırmayacağıma,
Çevreyi kirletmeyeceğime,
Milli servete zarar vermeyeceğime,
Trafik kurallarını ihlâl etmeyeceğime,
Rüşvet vermeyeceğime/almayacağıma,
İmar yasasına aykırı işler yapmayacağıma,
Sağlığa aykırı alışkanlıklar edinmeyeceğime,
İş ahlakına (Ahilik İlkelerine) saygı göstereceğime,
Her şeyi devletten bekleme alışkanlığını terk edeceğime,
Bir başka deyişle, YOLSUZLUK YAPMAYACAĞIMA,
(B)
Sayılan alanlarda yolsuzluk yapanları, “SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyaracağıma, ayrıca,
(C)
Uyardıklarıma, kendilerinin de başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını önereceğime,
SÖZ VERİYORUM.
Adım-Soyadım: ……….. Telefonum: ………. İmzam: ……..



=====================================
KIRMIZIDA DURMAK: Bireyin Allah’la sözleşmesi olup, onu erdeme (2) yönlendiren,  yolsuzluk yapmasını önleyen bir ilkedir (3).
SOSYAL YAPTIRIM:  “Kırmızıda geçmeğe kalkışanları utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak”tır.
YOLSUZLUK: Bir görevi, bir yetkiyi kötüye kullanma, yasaya, kurala, yönteme aykırı iş yapma.
=====================================
(1)   Diğerkâm (özgeci, elci, elsever ): Kendi yararından çok başkalarını düşünen, başkalarına yararlı olmaya çalışan, başkalarının iyiliği için elinden geleni esirgemeyen (kimse).
(2)   Erdem:  Ahlakın övdüğü ve ahlaklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçakgönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adı. Fazilet
(3)  İlke:  Her türlü tartışmanın dışında, üstünde sayılan, ana düşünce ve inanış, baş kural. Prensip.

18 Ocak 2012 Çarşamba

bilinç ve çevre!..........

PROF. DR. ALİ DEMİRSOY

Yusuf Yavuz yazdı: ‘Nehirler foseptiğe dönüştüğünde torunlarınız lanetleyecek!’ 

‘Doğaperest’ olarak anılan "Prof. Dr. Ali Demirsoy’dan" HES dersleri…

Doğa konusundaki çalışmaları nedeniyle ‘Doğaperest’ olarak tanımlanan Prof. Dr. Ali Demirsoy’dan ezber bozan HES tarifi: “HES’ler yenilenebilir enerji kaynağı değildir! Dere ve çayları sinsi sinsi boruya alanlar, oturduğu evin direklerini yavaş yavaş kesenlerdir. Önümüzdeki birkaç yüzyıl içinde buraları foseptik çukurları haline dönüştüğünde, bu sefer torunları onları lanetleyecektir. Çocuklarınızı ve torunlarınızı düşünüyorsanız,  derenize ve çayınıza sahip olun…”
HES’LER DE PETROL VE KÖMÜR GİBİ TÜKENİR
Uzun süredir kamuoyunun gündeminden düşmeyen HES’ler konusunda ezberleri bozacak tespitlerlerde bulunan Hacettepe Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Demirsoy, Türkiye’nin geleceği açısından enerji kaynaklarını değerlendirdiği kapsamlı makalesinde, çarpıcı görüşler öne sürdü. Sanılanın aksine HES’lerin ‘yenilenebilir enerji kaynağı’ olmadığını belirten dünyaca tanınan biliminsanı Demirsoy, petol, kömür ve doğalgaz gibi enerji kaynakları gibi HES’lerin de tükenen enerji kaynağı olduğunu savundu.
TÜRKİYE’NİN DOĞASININ YARIM YÜZYILLIK TANIKLIĞI
1966 yılından bu yana bilimsel amaçla Türkiye’yi karış karış gezerek canlılar ve biyotoplar konusunda  notlar aldığını belirten Demirsoy, son yarım yüzyıldır çevre açısından Türkiye’de nelerin değiştiğini söyleyebilecek durumda olduğuna inandığı için böyle bir makale yazmayı zorunlu gördüğünü belirtiyor.
‘ÜLKEMİ TARİFSİZ ÖLÇÜDE SEVİYORUM’
Makalesinde, İş Bankası Kültür Yayınları tarafından kendisi hakkında yayınlanan ‘Doğaperest‘ adlı kitabın anlamına uygun olarak doğaya tapacak kadar sevgiyle tutkun olduğunu ve Türkiye’yi tarif edilemeyecek kadar büyük bir tutkuyla sevdiğini belirten Demirsoy, enerji konusunu ele alma nedenini Türkiye’nin gelecekte çıkmaza girmemesi ve “yıllarca edindiğim bilgiler ışığı altında doğru kararlar verebilmesi için, karınca kararınca katkıda bulunma yükümlülüğünü hissettiğim için” sözleriyle özetliyor.
İNSAN, ENERJİ TUTKUSUNDAN SONRA GELİYOR’
Dünyanın ve özellikle ülkemizin en önemli derdi’nin enerji olduğunu vurgulayan Demirsoy,gelecek, enerji kaynaklarını ele geçirme ile şekilleneceği için, her türlü kışkırtmaya ve üstü kapalı anlaşmalara muhatapsınız demektir. Nitekim bugün dünyanın birçok ülkesinin sınırlarının enerji kaynaklarının konumuna göre çizildiğini biliyoruz. Hiç kuşkunuz olmasın, yakın bir gelecekte bile, bazı ülkelerin kaderini, hatta var ya da yok oluşlarını, bu enerji kaynaklarına göz dikmiş güçlü ülkeler çizecektir; hem de her yolu deneyerek. Burada insan ve insani değerler hiç kuşkunuz olmasın, enerji tutkusunun ardında yer alacaktır. Enerji kaynakları kısıtlanan bir dünyada, akıtılacak kanın kokusunu bugün evrensel bilgiye sahip olan herkes alıyor olmalı” tespitinde bulunuyor.
TÜRKİYE’NİN ENERJİ SEÇENEKLERİ
Kapsamlı incelemesinde Türkiye’nin enerji konusundaki seçeneklerini ele alan Demirsoy, HES’lerden rüzgar santrallerine, güneş enerjisinden termik santrallere kadar bir çok başlıkta enerji meselesini tartışıyor. Nükleer santrallere de kapsamlı bir bakış açısı getiren Demirsoy’un HES’lerle ilgili tespitleri gündemden düşmeyen ‘yenilenebilir enerji’ tartışmalarına yeni bir boyut getireceğe benziyor.
İşte Prof. Dr. Ali Demirsoy’un HES’ler hakkında ezber bozan tespitleri…
‘HES’LER YENİLENEBİLİR ENERJİ KAYNAĞI DEĞİLDİR!’
“İlk olarak bir tanımı düzelterek konuya başlayalım. Her ağzını açan, ilk olarak yenilenebilir enerji kaynaklarımızı devreye sokmalıyız diye söze başlıyor ve örnek olarak da hidroelektrik santrallerinin kurulmasını savunuyor. Bir defa şunu öğrenmemiz gerekiyor. Önüne bir set çekmek suretiyle (barajla) yapılan hiçbir hidroelektrik santrali yenilenebilir enerji kaynağı değildir.
Aynen, kömür, petrol ya da doğal gaz gibi tükenen enerji kaynağıdır. Nasıl ki, canlıların jeolojik dönemlerde naaşlarından oluşan bu karbonlu kaynaklar kullanıldığı zaman tükeniyorsa, su güzergâhlarında jeolojik dönemlerde aşınma ile oluşan ve enerji elde edilmesini sağlayacak yükseklik farkı da, aynen petrol, kömür, gaz gibi tükenir. Çünkü çevrenin durumuna göre, bu setin arkasında kalan ve belirli mevsimlerde büyük miktarlarda gelen suyun depolandığı set arkası hacim, er ya da geç çökeller ile dolarak, bir bataklık haline geçer.
Su depolama yetisi yitirilir. Düzenli enerji elde etme şansı hemen hemen yok olur. Su depolama gücü ortadan kalktığı için havzaya düşen suyun büyük bir kısmından yararlanma şansı ortadan kalkar.
‘BARAJLARDAN GERİYE BATAKLIK KALACAK’
Örneğin yanılmıyorsam, Fırat nehrinden nisan-mayıs-haziran ayında gelen su miktarı (7000 metreküp/saniye), en az aylarda gelen su miktarından (70 metreküp/saniye) 70 kat daha fazla imiş. Yani Keban, Karakaya ya da Atatürk barajlarının esas kaynağı bu üç ayda gelen sudur. Bunu depolama gücünü yitirdiğiniz an, bu barajlar birer pahalı duvar olarak kalacaktır. Keban Barajının su depolama ömrünün, yapılışından bu yana 40 sene geçmeden yüzde 60 oranında düştüğü söyleniyor. Geriye sadece bataklığa dönmüş bir vadi ile bunları hesapsız kitapsız devreye sokan kişilere verilen ‘Barajlar Kralı‘ adı kalacaktır.
‘ANADOLU VADİLERİNİN HEPSİ FAY KALINTISI’
Türkiye topraklarının yüzde 90’nın hatta daha fazlasının deprem tehdidi altında olduğu biliniyor. Bu şu demektir: Uçaktan baktığınızda, sarı step içinde gördüğünüz kama şeklinde yeşil çizgi ve uzantılar, kural olarak geçmişteki bir depremin oluşturduğu fay hatlarıdır. Çünkü fay kırığı derin toprak oluşumuna ve yandaki yükseltilerden de su kaynakları almaya izin verir. Bunun çok net açıklaması: Anadolu’da yazın gördüğünüz yeşil vadilerin hemen hepsi birer fay kalıntısıdır.
Suların hemen hepsi bu fay kırıklarını izledikleri için ve yukarıdan ve yanlardan gelen alüvyonlarla derin toprak yapısı oluşturdukları için bugüne kadar Anadolu halkını besleyen zengin ve bereketli toprakları oluşturmuşlardır. Bu toprak zenginliği, aynı zamanda çevrelerinde zengin yerleşim yerlerinin kurulmasına zemin hazırlamıştır (geçmiştekiler bizden galiba daha akıllı ve sorumluluklarının bilincinde olduğu için, kural olarak vadilerin tabanına yerleşmemiş, zengin toprakları tahrip etmeden, yerleşimlerini yamaçlara kaydırmışlardır).
‘GÖSTERMELİK’ ÇED RAPORLARI CANLILARI YOK EDİYOR
Birkaç on, bilemedin birkaç yüz yıl boyunca size sınırlı enerji sağlayacak bu setler için, en verimli topraklarınızı geriye dönüşsüz olarak yitirmeyi göze alıyorsunuz, o güne kadar tarihin saklı olduğu eserleri suyun ve toprağın altına gömüyorsunuz (kurtarmak için göstermelik bir iki girişime karşın); kıyı erozyonu ile yıkımı daha da artırıyorsunuz; akarsuya uyum yapmış birçok canlı türü ile o vadide bulunması olası olan, yalnız oraya özgü bitki ve hayvanları büyük bir olasılıkla yok ediyorsunuz, özellikle yumurtlamak için göç eden canlıların yollarını tıkıyorsunuz (göstermelik ÇED raporlarına karşın).
‘KALİTESİ BOZULAN SULAR ZEHİRLENİR’
Sular aynen canlı gibidir; eğer yetirince oksijen almazsa o suyun kalitesi bozulur; canlıların yaşama şansı ortadan kalkar. Buna biyolojik olarak ölü su deriz. Nedeni şudur: Su ortamları ana alıcı ortamlar olduğu için er ya da geç organik maddeler bu ortama ulaşır. Suyun canlılar için sağlıklı kalabilmesi için bu ortamlara ulaşan organik malzemenin yıkılarak temel moleküllere dönüşmesi gerekir (dekompozisyon). Böylece hem yeni oluşumlara temel besin maddesi sağlanmış olur hem de organik madde ortadan kaldırılmış olur.
Bunu bakteriler başta olmak üzere, çoğunluk bir hücreli canlılar gerçekleştirir. Burada birbirini izleyen iki yol vardır. İlk olarak organik malzemeyi vücudunun içine alarak glikoliz dediğimiz bir yıkıma uğratan ve oksijene gerek göstermeyen canlılar bu işi yapabilir. Ancak bu eylemin sonunda pürivik asit oluşturulduğu ve su ortamına verildiği için suyun kalitesi bozulur ya da bir ileri evrede metan gazı çıkaracak tepkimelere uğratıldığı için su ortamı bir çeşit zehirlenir.
‘SULAR SAĞLIKLI KALABİLMESİ İÇİN OKSİJEN ALMALI’
İşte, durgun sularda ve barajların özellikle kanalizasyon bağlanmış yerlerinde çıkan kabarcıklar bu zehirlenmenin habercisidir. Zaman zaman kitle ölümleri bunun sonucudur. Ancak bu tepkimelerden sonra doğrudan oksijenle soluyan canlılar bu yıkım işine girişirlerse, organik maddeler su ve karbondioksite kadar parçalanırlar. Karbondioksit sudan uzaklaştırılırsa, su, canlıların yaşaması için uygun ortama kavuşmuş olur.
Akvaryumların havalandırılmasından tutun da, arıtma tesislerinin havalandırılmasına kadar yapılan işlem budur. Bir suyun sağlıklı kalıp kalmadığını Biyolojik Oksijen İhtiyacı (BOD) diye bir parametre ile ölçeriz. Bu ihtiyaç büyükse su sağlıklı değildir. Yani dünyadaki suların biyolojik olarak sağlıklı kalabilmesi için şu ya da bu şekilde havalandırılması ve özellikle oksijen alması gerekir.
‘FIRAT VE DİCLE FOSEPTİK ÇUKURUNA DÖNÜŞÜNCE’
Bu nedenle bir ülkedeki suların hiçbir zaman yüzde 45’den fazlası arkasında durgun su biriktirecek, sulama barajlarına ya da hidroelektrik santrallerine ayrılmamalıdır. Gel gelelim ki bizim teknik kadromuz ve siyasetçilerimiz, Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde birinin bittiği yerde diğerinin başladığı barajları yapmayla övünüyorlar. Önümüzdeki birkaç yüzyıl içinde buraları foseptik çukurları haline dönüştüğünde, bu sefer torunları onları lanetleyecektir.
BOD ile ilgili böyle bir bilgi ve kavrama sahip olmadıkları için, havzaların ilk kaynağından mansabına kadar, küçüklü büyüklü yerleşim yerlerinin kanalizasyonunun bu alıcı ortamlara bağlamasına ya da atıkların suya dökülmesine de kayıtsız kalıyorlar. Bu kirletici kaynaklar, bu suları çok daha hızlı bir şekilde öldürecektir.
‘DERELER ÜLKENİN MÜCEVHERLERİDİR’
Derelerde ve şelalelerde de durum farklı değildir. Ne yazık ki, birçok dere önümüzdeki yıllarda sadece denize bağlandığı yerde suyunu görebileceğimiz şekilde borular sistemine dönüştürülecektir. Bu, o derelerde sucul yaşamın sonu demektir. Dereler, şelaleler ve tatlı su kaynakları bir ülkenin gözü gibi koruması gereken mücevherleridir. Binlerce, milyonlarca yılda oluşan bu yaşamsal öneme sahip zenginliklerimizi kısa vadeli çıkarlarımız için harcayamayız. Ancak ne yazık ki, enerji darboğazı, siyasilerimizi en kestirme ve en ucuz; ancak en tehlikeli yolu izlemeye sürüklemektedir.
‘MASA BAŞINDA SANTRAL PLANLIYORLAR’
Özellikle son on yılda yerli ve yabancı firmalar dere, çay ve akar olan her şeye santral kurmaya kalkışmaktadır. Ne yazık ki hükümetlerimiz de bu yağmanın yasal zeminini hazırlamış bulunmaktadır (hidroelektrik santralleri projesi olarak bilinen HES projesi). İlk duyduğunuzda kulağınıza hoş gelebilir. Çevreyi görünürde kirletmeyen, ilk aşamada kimseye bir zararı olmayan, altın yumurtlayan tavuk gibi. Bir derenin üzerine, masa başında kimsenin ayrıntısını bilmediği, kaynaktan mansaba kadar çok sayıda santral planlanıyor (örneğin Doğu Karadeniz’de yüzlerce).
İlk olarak biri gündeme getiriliyor; birkaç yüz metre ya da birkaç kilometre uzunluğunda yatay bir boru döşenip, bir yerden aşağıya verilerek santrale su sağlanacak. Görünürde kimseye zararı yok, çevreye de; orada oturan insanları da çok rahatsız etmeyecek, şunun şurasında birkaç yüz metre ya da birkaç kilometrelik bir kısım kullanılacak; hoş görülebilir. Bir de göstermelik bir ÇED raporu düzenlersiniz. Haklı olarak bu raporu düzenleyenler, raporun sonunda böyle bir girişimin çevrede yaşayan kurtlara, kuşlara, yılanlara, çıyanlara büyük bir etkisi olmayacaktır diye düşüncelerini bildirirler; haklıdırlar da.
‘GENİŞ ZAMANA YAYILMIŞ HAİNCE PLANLAR’
Aradan birkaç sene geçer, aynı derenin ya da çayın başka bir yerinde başka bir santral kurulmaya başlar, bu sefer başka bir ekip benzer raporu düzenler; kurtlara, kuşlara, yılanlara, çıyanlara büyük bir etkisi olmayacaktır diye; koca bir derede birkaç yüz metrenin ya da birkaç kilometrenin esemesi okunmaz.
Birkaç on yıl sonra başka bir tanesi daha sonra başka bir tanesi gelir ve bir gün bakarsınız, doğa harikaları olarak nitelendirdiğimiz, o bölgenin iklimine olumlu etki yapan (hele bizim gibi kuraklık tehdidi olan bir ülkede), estetik duygularımızı kamçılayan, biyolojik çeşitliliğin en önemli ortamını oluşturan güzelim dere ya da çaylar ortadan kalkmış, bazı yerlerde açıktan bazı yerlerde toprağın altına dalarak geçen bir boruya dönüşmüş.
Geniş bir zaman dilimine yayılmış haince bir plan olduğu için, kısa süreli bir gözlemde kimse neyin ne olduğunu anlayamaz. Dereler ve çaylar gibi insanların estetik duyguları da böylece kurur; enerjiye bağlı robotlara dönüşür.
‘DERELERE KIYANLAR,  EVİNİN DİREĞİNİ KESENLERDİR’
Dereler, çaylar, şelaleler, kıyılar bir ülkenin en önemli servetleridir; estetik kaynaklarıdır. Ancak kışın yakacak bulamayıp da evinin içindeki dolapları, merdivenleri, direkleri yavaş yavaş kesip sobada ısınmak için yakanlar, bir gün bu binanın çöktüğünü, sobanın da söndüğünü göreceklerdir. Acı olanı da direkleri kesenler ile enkazın altında kalacak kuşakların farklı olmasıdır. İşte dere ve çayları sinsi sinsi boruya alanlar, oturduğu evin direklerini yavaş yavaş kesenlerdir.
‘ÜLKEYİ SEVMEK İÇİN CANINI DEĞİL AKLINI DA VERMELİ’
Dünyanın en çok koyu olan ülkesi birkaç milyonluk nüfusuyla Norveç’tir. Bizim gururlandığımız birkaç koyumuz gibi Norveç’in fiyortlar diye nitelendirilen binlerce koyu, belki de on binlerce koyu vardır. Bazıları karaların içine 100 kilometreden fazla girmiştir. Her bir koya şelalelerle bezenmiş en az bir dere ya da çay açılmaktadır ve bu derelerin su debisi (miktarı) bizimkilerle karşılaştırılamayacak kadar büyüktür.
Norveç bu derelerin ve çayların ancak cüzi bir kısmına santral kurulmasına izin vermiştir; yasayla daha fazlasına izin vermemektedir. Bu derelerin, çayların ve şalelerin bozulmaması için neredeyse 3.000 kilometre uzunluğundaki fiyort kıyılarını izleyen yolun bir şeritten daha fazla genişletilmesine izin vermemektedir. Karşılaşan arabalar ancak belirli yerlerde genişletilen kısımlarda birbirlerine yol verebilmektedir. Bir ülkeyi sevmek için o ülkenin toprakları için canını vermek yetmiyor galiba, ruhunu ve aklını da vermek gerekiyor.
‘TOPRAKTAKİ BOR VE TUZ KÖKLERİ DURDURUYOR’
Akarsuların ya da sulak alanların tarım arazilerinde kullanılmaları: Bu da başlı başına bir sorun oluşturmaktadır. Anadolu toprakları oransal olarak yakın zamanda deniz yüzeyine çıktığı (en eski 24 milyon yıl) ve önemli bir kısmının kalkerli, jipsli, tuzlu ve borlu çökellerden oluşması nedeniyle önemli bir sorunu taşımaktadır. Çünkü Anadolu’nun önemli bir kısmı özellikle İç Anadolu yılda 350-380 mm/yıl yağış almaktadır.
Bu nedenle toprakta bulunan bor, tuz, jips ve kalker yağmurla yıkansa da en fazla 50-100 cm aşağıda bu bileşiklerden oluşan yoğun bir katman oluşturmaktadır. Bu üç bileşik de köklerin derinlere gitmesini önler. Buraya kadar uzanan kökler, bu katmanlara değer değmez, bir anlamda dururlar. Özellikle bor ve kalker (kalsiyum karbonat) fosfor alınımını önlemenin yanı sıra (eksikliğinde yapraklar morlaşır) demir ve çinko alınımını da önlediği için yazın başlarında bile birçok ağaçsı bitkide “klorozis” denen sararma görülür.
‘GAP, BİLİNÇSİZ SULAMAYLA TUZLAŞMAYA NEDEN OLDU’
Elektrik amaçlı olup da sulamada kullanılan barajlar ve sulama barajları, iyi eğitim verilmemiş, bilinçli bir çiftçi kitlesi yetiştirilmeden, drenaj kanalları yapılmadan sulamaya tahsis edildiğinde, en fazla bir metre derinde birikmiş olan bor, kalker ve tuz, buharlaşma yoluyla toprağın üst katmanlarına taşıdığı için, tuzlaşma, bir anlamda çoraklaşma ortaya çıkmaktadır. Gurur duyduğumuz Güneydoğu Anadolu Projesi’nin suladığı topraklarda ve birçok yerde durum budur.
‘HİÇ BİR YASANIN DOĞAYI BOZMA HAKKI OLAMAZ’
Cenneti cazip kılmak için tarif ederken bile, içinde derelerin ve çayların aktığı bir yer olarak anlatırız. Çünkü temiz akan bir dere ya da çay, yetişecek gençlerin esin kaynağı, sağlıklı yaşamaları için en uygun ortam ve bir ülkenin gurur kaynağıdır. Zannediyorum hiçbir yönetimin hatta hiçbir yasal düzenlemenin insanlığın ortak zenginliği olan bu doğal oluşumları yapay bir düzenleme ile bozma hakkı olamaz. Bunların hepsi geriye dönüşü olmayan girişimlerdir.
Çocuklarınızı ve torunlarınızı düşünüyorsanız, evrensel sorumluluk taşıyorsanız, derenize ve çayınıza sahip olun, onların temiz kalmasını sağlayın.“
*Prof. Dr. Ali Demirsoy’un yalnızca HES’lerle ilgili kısmını ele aldığımız ‘Geleceğimiz Açısından Türkiye’nin Enerji Sorunu’ başlıklı makalesinin tamamını, (http://yunus.hacettepe.edu.tr/~demirsoy/Ana_Sayfa.html) adresinden okuyabilirsiniz.
URL: http://www.turkcelil.com/?p=54330

tekâmül,,,,,,

TEKÂMÜL?..
AMAÇ: 

Yaratan’ı, yarattığı canlı  cansız varlıkların tümünde görebilecek kertede tekâmül etmek, insan-ı kamil olmak…
Galip Baran
Bilinç Üniversitesi (1) Kurucusu

bilgi & bilinç!.....

BİLGİ, GÖRECE KOLAY; 
YA 

BİLİNÇ?..
 “Bilgi Çağı”nın insanları okuyarak, görerek, dokunarak, duyarak, dokunarak, koklayarak bilgi sahibi ; çok okuyarak, çok şey görerek, çok şeyi duyarak, çok şeye dokunarak, çok şeyi koklayarak “bilgi bağımlısı” olabilirler… Ama “bilgi bağımlısı” olmak onların “bilinç yoksulu bencil varlıklar” oldukları gerçeğini değiştirmez…Değiştirseydi…  iklim değişmez, ozon tabakası delinmez, yağmur ormanları tükenmez, buzullar erimez, türler azalmaz, dünya böylesine yaşanamaz hale gelmez, savaşlar sürüp gitmezdi!
Demek istediğim şu ki: “İklim değişikliği”nin önlenebilmesi, bu kötü gidişe dur denebilmesi, dünyanın daha yaşanabilir hale gelebilmesi için, “Bilgi Çağı”nın  “bilinç yoksulu bencil” insanları değişmek, bencillikten kurtulmak, bilinçlenmek zorundalar…
Ben de, “Bilgi Çağı”nın “bilinç yoksulu bencil” bir insanıydım… Ama değiştim… “Bilinç Çağı”nın “bilinç varsılı diğerkâm” bir insanı olmayı başardım. Öyle ki,  “bilinç bağımlısı” bile oldum. Öyküsü:

Çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı (Ahilik), milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme gibi alanlarda başlattığım “okul dışı eğitim” olarak tanımladığım, insanı, davranışlarını ve nedenlerini araştırdığım, bazıları yerel bazıları merkezi yönetimin sorumluluk alanına giren, beni bilinçlendiren, bencillikten (nefsimin kölesi olmaktan) kurtaran, “yasa bağımlısı” olmamı sağlayan çalışmaları yaparken yaşam biçimim kökten değişti: 
*      Kendimi tanımağa başladım.
*     Diğerkâm bir kişilik edindim.
*     Çocuklukta içtiğimiz AND’ımızda yer alan “yurdu ve milleti özden çok sevme ilkesi”ni özümsedim.
*     Yukarıda sayılan alanlarda yaptığım çalışmalarda edindiğim “tecrübi bilgi” ile işlevi aşağıda açıklanan Bilinç Üniversitesi’ni kurdum.
“Bilgi Çağı”nın “bilgi bağımlısı” insanlarının; “Bilinç Çağı”nın “bilinç bağımlısı” insanları olma, “iklim değişikliği”ne “dur” deme, dünyayı daha yaşanabilir hale getirme, savaşlara son verme çabalarımın içinde yer alabilmek için neler yapmak zorunda olduklarını göstermek amacıyla geliştirdiğim “Diğerkâmlık And” eklidir.
Saygılarımla.
Galip Baran
Bilinç Üniversitesi (1) Kurucusu

TEL: (0252) 382 34 77 / (0535) 844 84 76
E-POSTA: galipbaran@windowslive.com
WEB: bilincakademisi.blogspot.com
(1)      Bilinç Üniversitesi’nin işlevi: “Bilgi Çağı”  üniversitelerinin, zamanla Bilinçoloji Ana Bilim Dalına dönüşebilecek “Bilinç Enstitüsü” ya da “Bilinç Kürsüsü” gibi bölümler kurmalarına yardımcı olmak; böylece, yalnız bilgili değil aynı zamanda bilinçli mimar, mühendis, doktor, sosyolog, psikolog, antrapolog  v.b. meslek mensuplarının yetişmesine katkıda bulunmaktır.

17 Ocak 2012 Salı

bencillik ve bilinç..,

ARKADAŞ!…
Bilinçlenmek ve bencillikten kurtulmak istersen EĞER:
İşe; Trafik Yasası’nın yayalarla ilgili trafik ışıklarıyla donatılmış kavşaklarda kırmızı ışıkta geçenleri, bu yolsuzluğu yapan bencil varlıkları,  uyarmakla, uyardıklarına kendilerinin de başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını önermekle başlaman YETER!..
Galip Baran
Bilinç Akademisi (*) Başkanı
TEL: (0252) 382 34 77 / (0535) 844 84 76
E-POSTA: galipbaran@windowslive.com
WEB: www.bilincakademisi.blogspot.com
(*) Bilinç Akademisi’nin işlevi: “Bilgi Çağı”  üniversitelerinin, zamanla "Bilinç Kürsüsü" veya "Bilinç Enstitüsü"lerine dönüşebilecek "Bilinçoloji Ana Bilim Dalları" kurmalarına öncü ve yardımcı olmak; böylece, yalnızca bilgili deği, aynı zamanda "bilinçli" mimar, mühendis, doktor, sosyolog, psikolog, antrapolog  v.b. meslek mensuplarının yetişmesine katkıda bulunmaktır
.

13 Ocak 2012 Cuma

"bilinç" nedir?

Bilinç Nedir?

Bilinç,en genel anlamda “farkındalık” demektir.
Canlı varlıkların kendilerinin ve çevrelerinde olan olayların farkında olması.
Kısmen bilgili olma,uyanık olma anlamındadır.
İnsan bilincini göz önüne alırsak,kişinin kendisinin ve çevresindekilerin farkında olması hali.
Bilinçli olmak,daha önce farkında olmadığı şeylerin bilgi edinme sonrası farkına varması.Bu bilinçlenme sonrasında pozitif yönde davranış değiştirmesi.

İnsan bilinci, doğadaki diğer canlılara göre bazı farklılıklar gösterir. Bu farklı alanlar, duygu, düşünce, fikir, bilinçaltı ,derin düşünce ve ruh’tur. 
Duygularımızı kısaca, sevgi, nefret, öfke, kızgınlık, korku, heyecan, vb. olarak ifade ederiz. Duygularımızı algılarımız etkiler. Bu etkilerin yoğunluğuna göre bazı duygularımız bilinçaltımızda yer edinir. Duygu, bilinçaltı ile çift yönlü etkileşim halindedir. Sonuç düşünceye aktarılır.
Bilinçaltımız, insan olma özelliğimizi sağlayan bazı kodları içerisinde barındırır. Bunlar, inanç, umut, aşk, vs. dir. Bu özellikler insanoğlunun değişmez özellikleridir. Bilinçaltımız, duygumuzdan gelen bazı bilgileri biz farkında olmadan içerisinde barındırır. Bu bilgiler daha sonra biz uyku halinde iken beynimizde görüntülenir. Rüyalarımız bilinçaltımız ile derin düşüncenin etkileşimi sonucunda ortaya çıkar.
Derin düşünce, insanoğlunun beklide en insancıl noktasıdır. Yaratıcılık, hayal gücü, görebilirlik bu bölgeden çıkar. Yazarlar, şairler, ressamlar ürünlerini buradan çıkarırlar. Derin düşünce ruhumuz, düşüncemiz ve bilinçaltımızla çift yönlü etkileşim halindedir.
Ruhun derin düşünceye etkisini henüz çözemedim.Böyle bir etkinin olması gerektiğini düşünüyorum. Ruh’u şöyle tanımlıyorum. Metafizik bir hafıza. İnsan ilk doğduğunda tamamen boş(veya şekilsiz).İnsanın yaşantısı boyunca-ölünceye dek-dolan(veya şekillenen) bir hafıza.Etkilendiği iki temel nokta var.Bilgi girişi(yaşadığı sürece algıladıkları) ve kişisel program(kalıtımsal özellikleri,yetenek,huy).
Düşünceyi tarif etmek epey zor.Anlama işi burada yapılır.Düşünceye,bilincimizi oluşturan diğer öğelerin yoğrulduğu bir potadır diyebiliriz.Şöyle ki,düşünce duygudan etkilenir,derin düşünce,akıl,hafıza ve fikirle çift yönlü etkileşir.Aşık olduğumuzda bu bilgi algımıza oradan da duygumuza iletilir.Duygumuza iletilen bilgi bilinçaltımızdaki aşk kodunu tetikler.Bilgi normal olarak duygu üzerinden düşünceye iletilir.Aşık olduğunuz kişiyi düşünürsünüz.Hayal kurarsınız.İkinizle ilgili fikirler ortaya çıkarırsınız.Bu aşamada akıl ve mantık mekanizmaları sağlıklı çalışmaz.Ancak aşık olduğunuz kişinin sizi aldattığını öğrendiğinizde bu mekanizmalar yeniden çalışmaya başlar.
Düşünce bilgiyi duygudan alırsa yanlış sonuçlar üretebilir.Ancak akıldan bilgiyi alırsa doğru çalışma olasılığı çok yüksektir.Algıdan yanlış bir bilgi girişi olursa yanlış düşüncelere de sahip olabiliriz.
Fikir farklı alternatif sonuçlar çıkarma mekanizmasıdır.Düşünce ve mantık ile çift yönlü etkileşim halindedir.
Zeka Nedir?
Zeka ile akıl kavramları birbiri ile karıştırılan kavramlardır.
Zeka,
1-Hafızanın güçlü olması.
2-Hızlı düşünebilme ve karar verebilme.
3-Mümkün olduğunca fazla alternatif sonuca ulaşabilme.
İle ilgili bir kavramdır.
Yani güçlü bir hafızaya sahip,hızlı düşünen,farklı alternatif çözümlere ulaşabilen kişi zekidir,diyebiliriz.
Akıl,algı,düşünce,mantık ve hafıza arasında koordinasyonu sağlar.Bir görevi de seçiciliktir.Doğruyu-yanlışı seçmemizi sağlar.Ayrıca öğrenme ve öğretme işinin yapıldığı yerdir.
Mantık,akıldan gelen bilgilerin davranış olarak sergilenmeden önce kararın verildiği yerdir.İnsanlarda uygulanması gereken birden fazla alternatif davranış arasında karşılaştırma yapar ve en doğru olanını uygular.Ayrıca insanlarda sorgulama görevini de üstlenir.
Yaşam programına,içgüdü de diyebiliriz.Mesela dişi insanlarda annelik içgüdüsü,erkek insanlarda çiftleşme içgüdüsü buradan çıkar.Hayatta kalma içgüdüsü hemen,hemen bütün canlıların ortak özelliğidir.
Çocukluğumda evimiz çiftlik gibiydi.Birçok evcil hayvan besliyorduk.Bir ördek yavrusu yumurtasını kırıp,içerisinden çıktıktan hemen sonra havuza dalar ve yüzmeye başlardı.O ördek yavrusu bu bilgilere yaşam programı sayesinde sahipti.Öğrenme yok,hemen uygulama var.
Kişisel program,her bir canlının sadece ona ait kişisel programıdır.Kişinin kendine has kalıtımsal özelliklerini,yeteneklerini ve huylarını içerisinde barındırır. “Can çıkar,huy çıkmaz” derler ya,işte o buradaki huy’dur.
Hafıza bilgilerimizin saklandığı(depolandığı) yerdir. Kişisel program,yaşam programı ve algı üzerinden gelen bilgiler burada depolanır.Bilgisayarlardakine benzer,adresleme,geçici hafıza,kalıcı hafıza gibi bölümleri vardır.
Son olarak bir kuş hikayesi anlatmak istiyorum.
Çocukluğumda,kardeşim ve ben ormanda gezerken yere düşmüş bir kuş yuvası ve içerisinde daha gözleri açılmamış üç adet kuş yavrusu bulduk.Bildiğiniz yabani köy kuşları.O kuş yavrularını aldık eve getirdik.Islak ekmek içi ile beslemeye başladık.Gözleri kapalı olmalarına rağmen ağızları sürekli açık bir şeyler yemek istiyorlardı.Sonra bir tanesi öldü.Diğer ikisi gözlerini açtıklarında karşılarında kardeşim ve beni gördüler.Zamanla bizim kuşlar büyümeye başladı,tüylenmeye başladılar.Islak ekmek vermeyi bırakıp,ıslak bulgur vermeye başladık.O yabani kuşlar bizi anne-babaları bildiler.Oyunlar oynuyorduk,o yavrularla.Sonrasında uçma vakitleri geldi.Bizde uçurduk.Tamamen serbesttiler.Dışarıda iken elimi kaldırdığımda gelip elime konuyorlardı.Bu yabani hayvanlarla böyle bir ilişki kurmak hayal gibiydi.Uçuyorlardı,gidiyorlardı ama akşam eve geri geliyorlardı.Bir süre daha geçti aradan bazı akşamlar eve gelmemeye başladılar.Artık ayrılma vakitlerinin yavaş,yavaş yaklaştığını anlamıştım.Bir süre sonra artık eve dönmediler.Ertesi yıl evimizin duvarına köy kuşları yuva yaptı.Onlar bizim kuşlar mıydı bilmiyorum,ancak bildiğim bir şey yaşamın olması gerektiği gibi işlediğiydi.O kuşlar yaşam programlarının(içgüdülerinin) gereğini yerine getirdiler.Başka kuşlarla etkileştiler,yeni bilgiler edindiler.Yapılması gerekeni yaptılar.Duyguları,düşünceleri,fikirleri yoktu.İnsanların hayvanlardan nasıl ayrıldığını anlatan canlı bir örnek olsa gerek bizim kuşların hikayesi.

bilinç hakkında..........

SAHİP OLMAK YA DA OLMAK
Çevirmenin sunuşu:
Çeşitli konularda uzun yıllar süren deney, düşünce ve araştırmalarının sonucunda Erich Fromm, dünyanın ve insan soyunun hızla bir felakete ve yok olmaya doğru gittiğini görmüştür. Çoğu kimse farkında olmasa bile, artık insanlık bir dönüm noktasına gelmiştir. Bu anda yapacağı bir seçme ile ya yok olacak ve kendisi ile birlikte tüm canlıları ve dünyayı da ortadan kaldıracak  ya da yaşamını ve gelişimini sürdürmeye devam edecektir. Bu büyük tehlikeden kurtulabilmenin tek yolu, insanların ve onları şartlayıp, yönlendiren toplumsal yapıların kökten değiştirilmesidir. Yeni bir ahlak anlayışı, yeni bir dünya görüşü, kısaca yeni bir insan ve yeni bir toplum kurulmak zorundadır. Böylesi bir tarihi görev ve sorumlulukla karşı karşıya olan insanlığın doğru yolu bulabilmesi için, davranışlarını ve inançlarını şimdi yaptığı gibi “sahip olmak” ilkesine göre değil, “olmak” ilkesine göre ayarlaması gerekir. Erich Fromm “sahip olmak”(bencillik) ile “olmak” (sencillik) ilkelerini ya da yönelişlerini, insan varoluşunun iki temel kategorisi olarak değerlendirir.
Mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye “sahip olmak” demek, onları ele geçirmek, kendine mal etmek, onlara egemen olmak ve dilediğince kullanmak anlamına gelir. Ama bu maddesel sahip oluşların sonu yoktur. İnsan hiçbir zaman yeterince şeye sahip olamayacaktır. Çünkü maddesel olan, elle tutulan aldatıcı ve geçicidir. Bu nedenle “sahip olmak” tutkusundaki insanlar(bencil insanlar) kendilerinden çok şeye sahip olanları kıskanacak, az şeye sahip olanlardan ise, kendi mallarına göz dikecekleri telaşı ile korkacaklardır.
Olmak” ise “sahip olmak”ın karşıtıdır. “Olmak” tutkusundaki insan hiçbir şeyi elde etmeye, kendine mal etmeye ve ona egemen olmaya çalışmaz.”Olmak” her şeyi kendi bütünlüğü, canlılığı, yaşamı ve gelişimi içinde sevmek demektir. Böyle davranan bir insan, dışsal ve maddesel olana bağlanmaksızın kendini geliştirip, evrimleşmeye çalışır ve insanlık bilinci ile diğer kardeşlerini sevmek, onlarla bir olmak arzusunu taşır. “Olmak” sözcüklerle anlatılamaz. O, ancak yaşanılan ve içte hissedilen bir özellik, bir süreç, bir canlılıktır.
“Sahip olmak ve olmak, yaşamı ya da ölümü seçmekle birlikte, insan varoluşunun ve karakterinin iki temel niteliğidir” diyen Fromm’a göre, bu iki ilke insanla birlikte vardır. “Toplumsal düzen, toplumun sosyal ve ekonomik kurumları, bir de ahlak yapısı, bu iki karakter ve davranış biçiminden hangisini desteklerse, o toplumun insanlarında  da bu karakter özelliği ağırlık kazanacaktır.”
Günümüz toplumları tamamen “sahip olmak” ilkesine göre işlemektedirler. İster kapitalist, ister sosyalist olsun tüm düzenler; mal, mülk, kazanç, daha çok kazanç tutkusu, açgözlülük, şöhret, iktidar gibi yanlış temeller üzerine kurulmuşlardır. Sistemlerin yaşayabilmesi için, insan ve onun değerleri, yerini makinelere ve ekonomik gelişimin bürokrasi çarkına bırakmıştır. Bilim, teknik ve ekonomik gelişme hızla ilerlemiş, ama bunlar kendi yararına kullanılmadığı için, insan, bir araç haline dönüşmüştür. Ama bu sorumsuzca gidiş, şimdi büyük tehlikeleri ile karşımızdadır. İnsanlık yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Belki bir atom savaşı, bütün dünya planetinin mahvolmasına yol açacaktır. Ayrıca insanlar kendi günlük yaşamları içinde  de son derece mutsuz ve bunalımdadırlar.
Özetle, “sahip olmak” ilkesine göre kurulmuş olan tüm düzenler ve toplumsal sistemler, insanları mutlu etmekten, onları doğru yöne yöneltip, evrimleşmelerini sağlamaktan uzaktırlar, yani yanlıştırlar. Öyleyse sorunun çözümü kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. İnsanlığın kurtulabilmesi için ilk şart, “sahip olmak “ ilkesinden “olmak” ilkesine geçmektir. Bunu gerçekleştirebilmek; toplumsal düzeni, sosyali ekonomik ve politik kurumları yenilemek, böylece o toplumdaki insanların “olmak” ilkesine göre davranmalarını sağlamakla olur. İnsanlık değişmek, yeni bir ahlak, yeni bir toplum ve yeni bir insan oluşturmak zorundadır. Aksi takdirde yok olacaktır. Çözüm: “Yaşamak veya ölmek, yani sahip olmak ya da olmak” arasındaki seçimin doğru yapılmasında gizlidir.
1980’de ölen Erich Fromm, yazdıklarına ve savunduğu fikirlere uygun yaşayan ender insanlardan birisiydi. Parada malda ve şöhrette gözü olmayan, mütevazi yaşantısıyla dikkat çeken Fromm, “Sahip olmak Ya Da  Olmak”ı tam beş kez yeniden yazmıştır.
Kendisine “Yeni Çağın Peygamberi” denmesinden hoşlanmayan Fromm, sorunları ve çözüm yollarını göstererek, tıpkı İsa’nın geleceğini bildirip, onun yolunu hazırlama görevini üstlenen Nasıralı Yahya gibi gelecekteki müjde ve felâketi işaret etmek görevini başarıyla yerine getirmiştir.
(Çeviren Aydın Arıtan/Arıtan Yayınevi)                          
Aydın ARITAN & Galip BARAN

Ayvalık, 18 Eylül 2011

İNSANLARIN BİLİNÇLENMESİNİ MİSYON EDİNDİ..
İnsanların her türlü bilgi  ve donanıma  sahip olduğunu ama bilinçlenmeleri gerekliliğine inandığını belirten Galip Baran (80) geldiği Ayvalık’ta  halkı bilinçli olmaya davet etti. Baran, “İnsanları bilinçlenmeye özendirmek ve yönlendirmek için uğraşıyorum.”dedi.
İnsanların, çevre, tasarruf, trafik ve vergi gibi konularda bilgili olduklarına, ancak bilinçsizce harekat ederek hala yerlere tükürdüklerine, her türlü çöp ve sigara izmaritlerini yere attıklarına dikkat ceken Galip Baran, sokaklarda (kamusal alanda) yıllar önce de çuvallar dolusu izmarit topladığını  ama ne yazık ki izmaritlerin hala yerlere (kamusal alana) atıldığını, çevrenin kirletildiğini, Çevre Yasası’nın ihlâl edildiğini söyledi.
Bilinç Üniversitesi Kurucusu Galip Baran 

Kamusal alana bu tür çalışmalarla da sahip çıktığını söyleyen Baran,” Bilgimiz var ama bilincimiz yok. Trafik bilgimiz var ama bilincimiz yok. Tasarruf bilgimiz var ama bilincimiz yok. Vergi bilgimiz var ama bilincimiz yok. Şikâyet edenler ama kamusal alana sahip çıkmayanlar suçlu. Türkiye suçlu. Türkiye’nin denizleri, gölleri, nehirleri, ovaları, sulak alanları, (kamusal alanları) hepimize, 72 milyona aittir. Kamusal alanlara sahip çıkalım. Türkiye’nin sakini değil sahibi olalım” dedi.
Ayvalıklılara da ‘Ayvalık’ın sakini değil sahibi olun’ diye seslenen Baran, Halk Bankası önündeki kavşağın sinyalizasyon ışıkları ve yaya geçiş çizgilerinin nizami hale getirilmesi ve At arabacılar meydanına giden yolda arabalar için konmuş ancak  yayalar için tehlike oluşturan kapanla ilgili olarak Ayvalık Belediyesi’ne gazetemiz aracılığıyla “açık dilekçe” gönderdi.
Galip Baran, kurucusu olduğu Bilinç üniversitesinin işlevsel bir mekanizma olduğunu şöyle açıkladı: “ ‘Bilgi çağı’ üniversitelerinin (Harward, Oxford, Sorbon, İTÜ, BU gibi üniversitelerin) zamanla ‘Bilinçololi Ana Bilim Dalı’na dönüşebilecek ‘Bilinç Enstitüsü’ ya da ‘Bilinç Kürsüsü’ gibi bölümler kurmalarına yardımcı olmak; böylece bundan böyle yalnız bilgili değil, aynı zamanda bilinçli mimar, mühendis, doktor, avukat, sosyolog, psikolog ve antropolog gibi elamanların yetiştirilmesine katkıda bulunmaktır”…
“İklim ‘Bilgi Çağı’nda değişti. ozon tabakası ‘Bilgi Çağı’nda delindi. yağmur ormanları ‘Bilgi Çağı’nda azaldı, türler ‘Bilgi Çağı’nda tükendi. Görülüyor ki, ‘Bilgi Çağı’nın “eğitim anlayışı”nda bir eksiklik, bir gariplik, bir yetersizlik var. Bu durum karşısında bizler (Türkiye’nin sakinleri)  ‘Bilinç Çağı’nın eğitim anlayışını yaşama geçirmeli, çağ atlamalı, ‘Bilinç Çağı’nda yaşamağa başlamalıyız. Ben çağ atladım. ‘Bilinç Çağı’nda yaşamağa başladım. Oysa, dünya, ‘Muasır Medeniyet’ hala ‘Bilgi Çağı’nda yaşıyor. ‘Muasır Medeniyet’, “Bilgi Çağı’nda bocalarken, yerinde sayarken Türkiye’nin ‘Bilgi Çağı’nı aşması ‘Bilinç Çağı’nı idrak etmesi gerek” diye konuştu.
HABER: Derya TİTİZ, 18 Eylül 2011 - Ayvalık, GAZETE BALIKESİR

12 Ocak 2012 Perşembe

esin kaynağı.......

Merhaba Galip bey,
Bana önerdiğiniz “Bilinç Çağı”nın ilk kuruluşu olan Bilinç Üniversitesi’nin temsilcilği" için teşekkürler.
Ama önerinizi maalesef kabul edemeyeceğim.  Bunun elbette nedenleri var. Birgün tekrar karşılaştığımızda size açıklarım.

Ancak, bu durum sizin çabalarınızı desteklemediğim anlamına gelmiyor. Çünkü temel amaç olan "Bilinçli Toplum, Bilinçli İnsan" oluşması konusunda ortak noktamız çok.

Size yardımcı olabilmek amacıyla TASLAK olarak 10 konferansta sunulabilecek konu başlıkları belirledim. Unutmayın, benim sunduğum sadece öneriler. Siz bunları istediğiniz biçime dönüştürebilirsiniz. İşte önerdiğim konferans-seminer-ders konu başlıkları:

1- Bilinç nedir? Neden gereklidir? Nasıl bilinçli olunabilir?

2- Bilinçli insan ve bilinçli toplum ne anlama gelir? Nasıl oluşturulur?

3- Bilinçli eğitim: Nasıl bir eğitim olmalı?

4- Çevre bilinci - Ekolojik sorunlarla başa çıkmak için gerekli olanlar

5- Toplumsal meselelerde bilinçli davranış nasıl olmalı?

6- Bilinç ve sağlık veya bilinçli sağlık.

7- Bilinçli üretim nasıl olmalı?

8- Bilinçli tüketim nasıl olmalı?

9- Trafikte bilinç.

10- Küresel sosyo-ekonomik sorunlara bilinçli yaklaşım.

Başkalarının sizi daha iyi anlayabilmelerini sağlamak için her konu başlığının içeriğini doldurmak gerek. Başka bir deyişle, her konu başlığında nelerin söz konusu olacağını veya tartışılacağını belirtmeniz gerek ki sizin amacınız daha kolay anlaşılsın.

Aşağıda sizin gönderdiğiniz yazılardan alıntılar var. Kast ettiğim de benzer türde içerik açıklamaları hazırlanması.

Bilinç Üniversitesi’nin işlevi: “Bilgi Çağı”  üniversitelerinin, zamanla Bilinçoloji Ana Bilim Dalına dönüşebilecek “Bilinç Enstitüsü” ya da “Bilinç Kürsüsü” gibi bölümler kurmalarına yardımcı olmak; böylece, yalnız bilgili değil aynı zamanda bilinçli mimar, mühendis, doktor, sosyolog, psikolog, antrapolog  v.b. Meslek mensuplarının yetişmesine katkıda bulunmaktır.

“İklim değişikliği”nin “Bilgi Çağı”nda gerçekleştiğini; (aynı çağda ozon tabakasının delindiğini, buzulların eridiğini, yağmur ormanlarının tükendiğini, türlerin azaldığını) sonuç olarak, “Bilgi Çağı”nın “bilgi ile sınırlı eğitim anlayışı”nın  felâket olarak tanımlanan bu sorunları önlemede yetersiz kaldığı nedenle, "Bilgi Çağı" insanının; kendisini bilinçlendiremeyen, bencillikten kurtaramayan "bilgi ile sınırlı eğitim anlayışı”n aşmak, “bilinçlendirici eğitim anlayışı”na sahip çıkmak zorunda.

Ve size bir de iktisat ile ilgili bir örnek vereyim:

İktisat, sosyal bir disiplin olarak, sonsuz ihtiyaçların karşılanması için kıt kaynakların uygun şekilde dağılımı ve kullanımı ile ilgilenir. Bir başka ifade ile iktisat bilimi, toplumun bugün ve gelecekte tüketeceği mal ve hizmetlerin üretilebilmesi için kıt kaynakların nasıl kullanılması gerektiği sorusunun cevabını vermeye çalışır.
İktisat Bölümünün başlıca amacı, mezunlarına iktisat teorisi ve politikasında sağlam bir temel sağlamak, teorik ve ampirik problemlerin çözümü için matematik ve istatistik tekniklerinin nasıl kullanıldığını öğretmektir.
Ve size son bir önerim var:
Bence "Bilinç Üniversitesi" yerine "Bilinç Akademisi" kavramını kullansanız daha uygun olur.
Üniversite olmak çok iddialı geliyor, bana.
Hoşçakalın, esen kalın.
Hasan Gürak
***
Sayın Mustafa Nevruz SINACI ve Sayın İsmet SEYHAN ile;
Bu "görüş ve düşünceleri" okuyan bütün Bilinç Üniversitesi mensup ve talipleri'ne,...
MERHABA SAYIN DR. GÜRAK
DEĞERLİ ÖNERİLERİNİZ İÇİN TEŞEKKÜRLER. ANCAK, ÖNERDİĞİNİZ KONFERANS  BAŞLIKLARININ İÇİNİ DOLDURMAK BENİ AŞACAK BİR SORUN GİBİ GÖRÜNÜYOR...
"ÜNİVERSİTE" YERİNE "AKADEMİ" TERİMİNİ KULLANMANIN ANLAŞILABİLİRLİK BAKIMINDAN DAHA DOĞRU OLACAĞINI  BEN DE DÜŞÜNÜYORUM. ŞU DA VAR Kİ, ÜNİVERSİTE TERİMİNİ YILLARDIR KULLANMIŞ OLMAMIZIN YARATACAĞI SORUNLARIN ÜSTESİNDEN NASIL GELEBİLECEĞİMİ DE BİLEMİYORUM...
BU SORUNLARIN; MEKTUPLAR GÖNDERDİĞİM VE GÖNDERMEYE DEVAM EDECEĞİM, YÜZYÜZE GÖRÜŞMEĞE DE ÇALIŞACAĞIM PROF. DR. FAHİR BORAK VE ÖMÜR AKYÜZ GİBİ  ÇEKMECE NÜKLEER ARAŞTIRMA VE EĞİTİM MERKEZİ'NDEN (ÇNAEM) TANIDIĞIM) DEĞERLİ AKADEMİSYENLERİN SAĞLAYABİLECEKLERİNİ UMDUĞUM DESTEKLE, ÖRNEĞİN BİLİNÇ KONUSUNDA AKADEMİK ORTAMLARDA VERMEĞE ÇALIŞACAĞIMIZ KONFERANSLAR ARACIĞIYLA AŞMANIN İŞİ KOLAYLAŞTIRACAĞINI UMUYORUM. (PROF.DR. FAHİR BORAK VE ÖMÜR AKYÜZ'E GÖNDERDİĞİM MEKTUPLAR EKLİDİR)
BELKİ DE, SPORDAN SORUMLU DEVLET BAKANLIĞI, MİLLİ EĞİTİM BAKANLIĞI. YÖK VE HÜRRİYET GAZETESİ'NİN DESTEKLEDİĞİ, (ÖRNEĞİ EKTE GÖRÜLEN MEKTUBU GÖNDERDİĞİM)  "BİLİNÇLİ GENÇLER DERNEĞİ" İLE BAŞLATMAYI UMDUĞUM İŞBİRLİĞİ BU KONUDA ÇOK DAHA ETKİLİ OLACAKTIR.
TEŞEKKÜRLERİM VE SAYGILARIMLA.
GALİP BARAN

Arizona Üniversitesi Bilinç Araştırma Merkezi

bir bilinç aktifi

THE
HARMONY LAWS ON NATURE STRUCTURING THE PROCESS OF THINKING
HOLISTIC INTEGRATED PROCESS OF TEACHING AND LEARNING

P e t e r  H ü b n e r
ASTRONOMY OF MIND
The Classical Composer and Musicologist
Developer of the Academic University Program
to his Cosmic Educational Program
Astronomy of Mind

Prehistory   .  .  .
These days, when I look at young people throughout the world - be it on the streets or in a café, or even at school or university - I am amazed to realize they are not aware that they are cosmic beings.
But even amazement may be too weak a word: it frequently stuns me to see beautiful young people who have no idea whatsoever of their cosmic being, who don’t even assume it or sense it - and who thus give the impression that it would not even be possible for them to have access to it.
They consider the way one lives on earth today completely normal, because their parents never taught them differently, just as their parents in turn didn’t teach them.
Guided by the older generations and by organizations hungry for power and money, they’ve been chasing since puberty after things that animals also chase after, pursuing what they consider to be their happiness: prosperity, reputation, or put more precisely: they jump into the fight for offices, titles, honors and profit, a car, a house and so on.
Yet what is stunning is that, based on their natural capabilities, they are cosmic and do not even realize this: that as human beings they are not meant to lead such a lowly existence.
Of course, animals are cosmic as well, because everything is cosmic, even the atom, but only man can be aware of this and can structure his life cosmically, as opposed to earthly, which - compared to the way of life of a supposed human being eking out a miserable existence as a petty bourgeois - is even lower than the life of a worm.
With adults, this is less shocking to me, because their cosmic potential is not as obvious anymore; you can clearly tell that they have put up with everything that is accessible to them, just like animals.
Just imagine you were to wake up one morning, step out of the house and suddenly notice that all people were moving about by crawling on their bellies - but they wouldn’t see this as a burden, as a bothersome imperfection, as some kind of hindrance. Rather they viewed this crawling on all fours as the most natural and given thing in the world - as if it had never been different, as if it couldn’t be any different and therefore also would never be different and even that it was never meant to be different!
Those who are able to imagine themselves as the one stepping out of this house may perhaps understand or at least sense what I mean when I say that I am frequently shocked when I see healthy, beautiful young people who have no idea they are cosmic, they are born to live a cosmic life and they still express this through their youthfulness and beauty.
This vision of an almost perverse life of modern man compared to his cosmic potential turns macabre when I experience how allegedly great thinkers of our time, high-ranking academics and professors at eminent universities throw themselves like beasts into perfecting this small-minded life of the earthly attitude of the petty bourgeois, marketing it for material gains under the protection of a greedy economy and thereby distinguishing themselves.
Thus the world comes to look the way it does today, and by world I mean the world fashioned by mankind’s mind and hand.
Witness the presumably learned professor of a famous university oriented towards natural sciences argue in earnest with an equally famous university’s humanist who was hoisted to his honourable position by the church about whether God exists or not, about whether Darwin was right about his theory of evolution, or about sundry topics.
The atheist among them skilfully includes UFOs and wonders - following the recommendation of his great albeit handicapped role model Hawking - if it were not better, for security reasons, to get ready to move the human race to other planets.
Meanwhile, the seemingly most liberal among the scientists at our modern universities are eagerly trying to explain to people that, according to the present state of modern science, this world does not even exist, that it has been proved to be nothing but an illusion - as if they understood what they are talking about.
But all of them, from the young people on the streets and in the cafes and the great scientific scholars to all those who, like clucking hens, hatch out their earthly world formulas, they all have one thing in common: they squint into the world through the eyes of the petty bourgeois, because none of them can understand that they have been designed in a cosmic manner by nature.
The learned professor at the university distinguishes himself from the simple adolescent on the street basically by the mere fact that he earns more money, has a life insurance and pension funds, his health insurance is more comprehensive, he is more skilled in chattering cleverly and knowing when to put on a more clever face for the media, and, as far as cosmic matters are concerned - and according to their present state of science everything and every individual detail is nothing but cosmic – the fact that he does not know what he is talking about, that he himself does not understand what he is saying.
There were and are a few geniuses in science who, as they have stated themselves, have advanced to some insights through a “leap in consciousness” or through a sudden “revelation”, which they then have published.
It is, however, common practice among the almost countless colleagues – swallowed up as they are by their need for academic or scientific validation - of these few scholarly geniuses to merely disseminate among their students the colorless ashes from the bonfires of those few “great ones” by making use of the sensationalist media to create unbelieving amazement in their students - but not infrequently they disseminate these ashes also media-effectively among the simple-minded masses worldwide. These scholars of the nth degree of copying and, accordingly, of insight ought to, while publicly developing complicated formulas, remember what Einstein had told them:
“He who cannot explain it to a 6 years old child,
has not understood it himself.”
Albert Einstein
And the famous father of the theory or relativity said a second, extremely important thing:
“On the path to discovery, the intellect has little to do.
There is a leap in consciousness,
call it intuition or whatever you like,
and the solution comes to you,
and you do not know how and why.”
Albert Einstein
And he said a third thing, no less important:
“The only thing that counts is intuition.”
Albert Einstein
For those who have practical experience with it, intuition is the natural golden magic key of revelation and leads to true, real authentic knowledge about what is “played” behind the scenes - also in creation.
BİLİNÇ AKADEMİSİ
ACADEMY OF CONSCIOUSNESS