28 Haziran 2013 Cuma

Bilgi çağından 'bilinç çağı'na

Bilgi çağından 'bilinç çağı'na

WikiLeaks belgeleri bir kez daha gösterdi ki, bilgi çağı bizleri yeni bir evreye "bilinç çağı"na getirdi. Bu çağda, önümüze gelen bilgileri tasnif edip yorumlayacak, algılama kapasitesi bir değer ve güç haline geliyor.
MEHMET TURGAN ZÜLFİKAR | 22 ARALIK 2010,
Wikileaks, bilgi çağının bizi getirdiği yeni bir fenomen. Bu fenomen hakkındaki görüşler, tüm dünyada kişiye ve yöreye göre değişiyor. New York'un birçok akademik kurumunda bu konu üzerine paneller düzenleniyor. Görüyoruz ki, ABD'de de bu konuyla ilgili görüş ayrılıkları çok. Dünyanın her köşesinde olduğu gibi, sızan bilgilerin içerikleri, sunum öncelikleri, bu siteyi kurgulayanların kim olduğu burada da çokça tartışılıyor.
Kimilerine göre şarlatan, kimilerine göre piyon, kimilerine göre de kahramanlar. Mesela Time dergisi yılın kişisi seçimi yaparken Wikileaks'in tepesindeki Julian Assange ile Facebook'un kurucusu Mark Zuckerberg arasında oldukça zorlanmış. İkisi hakkında yapılan yorum şu: Birisi internette kurduğu sistemle, bireylerin kendi gönül rızalarıyla sundukları özel bilgileri, büyük kurumlara reklama alarak para karşılığı satmakta, diğeri de büyük kurumların özel bilgilerini, ne yapıp edip elde ederek, onların internet üzerinden bireylere bedava sızdırmakta. Gelin görün ki, yılın adamı Zuckerberg oldu.
BİLGİ DEĞİL ALGI KAPASİTEMİZ ÖNE ÇIKIYOR
Sızıntılarda ortaya çıkan kimi detaylar üzerine daha geniş kapsamlı analiz arayışları zorunlu hale geliyor. Bu ise, algı kapasitemizi öne çıkarıyor.
Bir örnek verelim. Onca yoruma rağmen Türkiye'de de gözlerden kaçan bir detay var.
Global ısınmaya yaratan ve tetikleyen sentetik ürünlerle dolu bir dünyada yaşıyoruz. Sentetik bir gerçeklik bu. Petrol tüketiminden moderniteye, ulus-devlet anlayışından genetiği ile oynanmış gıda ürünlerine, sentetik ilaçlardan dayanağı olmayan finans ürünleri ile donatılmış bir ekonomik yapıya kadar çok geniş bir alanı kapsayan bir dünya. Ve hepimizin algılarının doğal bir gerçeklik olarak algıladığı bir dünya bu. Bunun yanında, bu sentetik düzenin tüm saç ayaklarını sorgulayan bir global düşünce hamlesi var. Buna ekolojik uyanış da deniyor. Bu sorgulayan kesimin en etkin olduğu yer, Birleşmiş Milletler bünyesinde düzenlenmekte olan İklim konferansları. Bir öncesi Kopenhag'da olan bu konferansların sonuncusu da geçenlerde Meksika'nın Cancun kentinde gerçekleşti. Detayımız şurada gizli: Wikileaks'i kurgulayanları düzeni sorgulayan kahramanlar olarak görenler, her nedense Wikileaks'in global gündemi işgal ettiği günün özelligini pek dikkate almadılar. Sızıntıları basına verdikleri gün, başta petrolcüler olmak üzere düzenin tam da kendisini temsil eden, sentetik dünya savunucularının geçiştirtmek istedikleri bir gündü; Cancun iklim konferansının başlama günüydü. Ve sızıntılar sayesinde global gündemde konferansın esamesi bile okunmamış oldu.
Önemli bir detay mı? Koordineli olma ihtimali var mı, yoksa sadece tesadüf mü? Yorum getirmek kolay değil. Fakat, New York BM'nin merkezi ve ekolojiye duyarlı örgütlenmelerin de bir nevi merkez üssü ve bu şehirde bugünlerde bu suali soran çok kişi var. Olabilir de olmayabilir de. Bilgiler artık bol olabilir ama aralarında bağlar yakalayabilmemiz için daha özgün niteliklere de gerek var gibi. Haliyle, bu ve bunun gibi kolayca yadsınan detaylar gündeme sunulunca kendi kendimize şu soruyu soruyoruz: algılarımıza ne oldu?
Burada artık sorun şudur; Wikileaks ve benzeri fenomenler neyi değiştiriyor? Yarın başka Wikileaksler de olabilir. Bilgi çağı bizleri yeni bir evreye "bilinç çağı"na getirdi. Bu çağda, önümüze gelen bilgileri tasnif edip yorumlayacak, algılama kapasitesi bir değer ve güç haline geliyor. Hatta buna toplum ve ülke bazına genelleyerek bilinç sermayesi de diyebiliriz. Genel bir gözlem, algılarda bir uyanış hamlesi var olduğu yönündedir.
BİLGİ ÇAĞINDAN BİLİNÇ ÇAĞINA
Bilgi 1990'ların ekonomisinde yegane değer ölçütü olduğu ve internet sayesinde herkese açıldığı için bu döneme bilgi çağı dedik. Bilgi artık dünyanın kullanımına açılmış bir sermaye idi. Bilgi görünmez, bulunmaz bir yeraltı dehlizi değil, gözler önünde gün yüzünde bir okyanus gibi. Bilgi bolluğu da önümüze artık yepyeni açmazlar çıkarmakta. Bu sefer bu okyanusta yolumuzu nasıl bulacağız suali ile başbaşayız. Hangi konuda hangi bilgiyi istesek, internete girdiğimizde birkaç tuşa basmakla o konuda üstümüze bilgi yağıyor. Dil, bu okyanusta bizi seyahat ettiren gemiler gibi ise, algılarımız yani bilinç kapasitemiz de pusulamız oluyor. Bugün sorun algılarımız da.
Sermayesi "bilgi" olan bir evreden sermayesi "bilinç" olacak yeni bir evreye geçiyorsak, bilinçlerimizi şekillendiren algılarımızı gözden geçirmemiz kaçınılmazdır. Fransız devrimi ile başlayıp endüstri devrimi ile hızlanan ve yeni evrelerle bireyin tüm algılarını şekillendiren sentetik gerçeklikler dünyasını iyi gözlemlemeliyiz. Böyle bir ayrıma bizleri taşıyan süreç, biyolojiden ekolojiye, psikolojiden sosyolojiye uzanan bir bütünü şekillendirdi. Ve bireyi çevreleyen tüm alanlarda sentetik bir gerçeklik yarattı. Bir yandan bu kurgu insanlığa tarihinin en büyük sıçramasını yaşatırken, diğer yandan da bireyi doğasından hızla uzaklaştırdı. İnsan özüne ve doğasına yabancılaştı. Artık bir yol ayrımındayız. Ve daha da ötesi şimdi bir kırılma noktası yaşanıyor. Bu kırılma noktasında bilinç öne çıkıyor. Kırılma noktası; sentetik gerçekliği sorgulamak ya da sorgulamamak. Kısacası, sentetik evrende insanın özüne ve dünyanın doğasına yabancılaşmış bir gerçeklik varken; organik diye de adlandırabileceğimiz bir ikinci evrende ise insanın doğal özüne ve dünyanın özgün doğasına dönebilmişlik arayışında olan bir gerçeklik var. İkinci evrene dair algılar bu bilgi okyanusunda çok daha işlevsel.
SENTETİK EVREN NASIL OLDU
1. Ulus-Devlet olgusu bireye sentetik kimlikler giydirdi. Bu sadece Türkiye'de değil, dünyanın her köşesinde böyle oldu. Bürokrasilere, hiyerarşilere, emir-komutalara, ideolojilere, yani envai türlü sentetik güç merkezlerine bireyin hür ve doğal irade kapasitesini feda ettik. Doğa ile aheng içindeki hürlük hissini körelttik. Kendisi ve çevresi ile barışık olamayan nüfuslar ve kollektif nefret sınıflamaları böylesi bir sentetikliğin yan ürünleri oldu.
2. Başta petrol olmak üzere fosil yakıtların enerjideki egemenliği atmosferi sentetik atıklara boğdu, boğmakta. Ülkelerüstü, devletlerüstü bir kartel halinde böylesi bir enerji kültürü statükolaştı. Algılarımız bu kurgunun alternatifini imkansıza yakınmış gibi bir ihtimale yerleştirdi. Neticede teneffüs edilen hava artık eski hava olmaktan çıktı. Daha da önemlisi, karbon salınımı öyle noktalara ulaştı ki artık telafisi olamayacak sınırı geçtik. Ve algılarımız bunu gündelik yaşamda tamamıyla kanıksamış hal aldı.
3. Gıda ürünleri sentetikleşti: Kimyasal gübrelerden kimyevi koruyuculara, genetiği ile oynanmış tohumlardan sentetik şekere kadar. Doğanın bir parçası olan biyolojimizi sentetik ürünlerle besler olduk. Obeziteyi kanıksadık. Böylesi gıda tüketiminin nice yan etkisini algılarımız gerçeklik olarak kabullenir oldu. İngilizce'de bir deyim vardır, "what you eat is what you are" (ne yersen sen osundur). Açıkçası biyolojik olarak başkalaştık.
4. Ekonomi, sentetik finans ürünleri ile kurgulanmış bir sisteme yerleşti. Bu da bireyin ekonomik faaliyetlerindeki değerlendirme algısını sürekli etkiler hal aldı. Neye niye yatırım yaptığını algılama ihtiyacı hissetmeden bireyler birikimlerini ihtimaller alemine gönderir oldu. Tüm gelecekler ve birikimler rahatlıkla risklere bağlanabilir hale geldi. Bilinçsiz borçlanma hayat anlayışı halini aldı. Öyle ki 2008 finans krizinin kökenlerinde tamamıyla bu algı kaymasının rolü gözlemlendi.
5. Tüketim kültürü tamamıyla irade dışı etkenlerce bireyin karar kapasitesini etkiler bir hale büründü. Öyle ki özellikle Çin'den yola çıkıp tüm dünyaya yayılan sağlıksız ve verimsiz ürünlerin pazar payının devasalığında da böylesi bir algı kaymasının rolünü gözlemler olduk. Çevre, kalite, estetik ve sağlık kaygıları taşımadan üretilmiş mamüller gündelik hayatımıza yerleşti. Algılarımız öyle bir hal aldı ki kaliteli ama çok uzun ömürlü bir ürüne kalitesiz ama çok çok daha kısa ömürlü bir ürünü tercih eder olduk. Kar ettiğimizi sanırken uzun vadede ne zararlar ettiğimizi algılayamaz olduk.
6. Tüketilen sentetik gıdalar bir yandan, sağlık kaygısı taşımadan üretilmiş ve tüketilmiş mamüllerin nice negatif etkileri diğer yandan, kaotik bir sağlıksızlık sarmalına girilmiş olundu. Girildikçe bir diğer yandan da tedavi müptelalığı baş gösterir oldu. Tabiri caizse biyolojik özgürlüğümüzü yitirdik. Bu tüm dünya için geçerli bir açmaz halini aldı. Sentetik ürünlerin bünyemizde var ettiği sorunları yine sentetik ilaçlar ile giderme kültürünü kanıksadık. Bir kısır döngüye hapsolduk.
FARKINDA MIYIZ?
Sonuç olarak, çıkışı olmayan bir sarmal böylece algılarımızı da biçimlendirerek bizlere yeni bir gerçeklik takdim eder hale geldi. Doğa ile ahengli bir gerçekliğin yerini sentetik bir gerçeklik alıvermiş oldu. Bu esnada tabi ki her geçen gün doğanın kendisinden de uzaklaştıkça uzaklaştık. Ve gün geldi, özellikle değişik yörelerden ve birçok kesimlerden böylesi bir düzeni sorgulayan yaklaşımların çıkması ile alternatif bir algı aleminin çatısı kurulmaya başlandı. Bilgi çağının, bilgi okyanuslarını önümüze bocalaması ile de öyle gözüküyor ki bir kırılma noktası yaşanmakta artık. Bakalım, algılarımız doğal hallerine dönebilecek mi? Bakalım bilinç bir sermaye olarak daha sağlıklı ve daha işlevli bir dünyanın var edilmesinde ne denli devreye girebilecek? İnsanoğlu olarak yarattığımız bunca muazzam teknolojiyi yeni bir küresel hamle ile, ekoloji ve insan doğası ile aheng içinde olan bir denkleme yerleştirebilecek miyiz? Ve yükselen bir güç odağı olduğu artık aşikar olan yeni Türkiye böylesi bir kırılma noktasında nasıl bir duruş sergileyecek? 
Esas soru şu: Farkında mı, farkında mıyız?

BÜYÜK BİR BİLİNÇ SIÇRAMASI

2012'DE, BÜYÜK BİR BİLİNÇ SIÇRAMASI OLACAK

Son birkaç yılda kişisel gelişim konusuyla ilgilenenlerin sayısında gözle görülür bir artış yaşanırken, bu alanda en büyük ilgiyi kuantum üzerine yapılan çalışmalar çekiyor. Artık hemen herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir şey var o da kendi düşüncelerimizin ve seçimlerimizin hayatımızın gidişatını önemli ölçüde etkilediği... Yani ’ne düşünürsek oyuz’. Kuantum fiziği de bu tezi sağlam temellere oturtuyor. İzmir ve İstanbul’da kurduğu Kuantum Eğitim Danışmanlık Merkezi’nde profesyonel kuantum koçluğu yapan ve bu işin eğitimini veren, ’Kuantum Sıçraması’, ’Kuantum Koçluk Programı’ ve ’Kuantum Diyarında Kelebekleri Özgürleştirmek’ adlı kitapların yazarı Nilda Ferhan Efeçınar, hayatını değiştiren kuantumu şimdi geniş kitlelere yaymaya çalışıyor. Ancak bu yayılma sandığımızdan daha hızlı bir şekilde gerçekleşiyor o kadar ki Efeçınar’a göre çoklu evrenlerin varlığı kanıtlanırsa kuantum fiziği demode bile kalabilir. Efeçınar, takvim yaprakları 2011’leri gösterdiğindeyse insanlığın bir bilinç sıçraması yaşayacağını söylüyor.
Kuantum fiziğini, klasik fizikten ayıran farklar nelerdir?
Klasik fizik, madde ve enerjiyi ayrı tutardı. 1930’larda kuantum araştırmaları Max Planck’ın ışığı incelenmesiyle başladı. Planck; ’foton kütlesiz bir enerjidir ve her kütlesiz enerji kütleli enerjinin formunu değiştirir’ dedi ki bu çok önemlidir. Yani düşüncelerimiz kütlesiz bir foton ve enerjidir. Bu enerji, kütleli olan kendi bedenlerimiz de dahil olmak üzere yaşantımızı değiştirebilecek güce sahip. Kuantum, ’madde diye bir şey yoktur, madde denilen her şey yoğunlaşmış enerjidir’ diyor. Klasik fizik ise insan zihninin evrenin şekillenmesinde hiçbir şekilde etkisinin olmadığını söylüyor. Buna göre evren bir saat gibi işler, belli bir mekaniği vardır, insanoğlu bu evrene gelir, yaşar ve gider. Kuantum fiziği ise bu evrenin şekillenmesinde ve yaşamın yönlenmesinde kuantum enerjinin çok büyük bir etkisi olduğunu söyler. En yoğun enerji de düşünce olarak adlandırdığımız insan zihnidir. Buna göre insanlar birçok seçenek arasından birini seçebiliyorlar ve onları yaşayabiliyorlar.
Kuantuma olan ilgi son yıllarda neden bu kadar arttı?
Çünkü bugüne kadar daha kaderci bir zihniyet söz konusuydu. Düşünün, bir anda birileri ’Siz kendi hayatınızı kendiniz biçimlendiriyorsunuz’ demeye başladı. Uzun süre bir çatışma oldu, bunun altında yatan sebeplerden biri de din ve bilimin kavgası. Bugüne kadar gelişen materyalist sistemin tamamen karşıtı olan bir düşünce sistemi olduğundan ortaya çıkmasının geciktiğini düşünüyorum.
Bilim çok çabuk ilerliyor, kuantum fiziğinin bir adım sonrasından bahsetmek mümkün mü?
,
Doğru, geçen yıl CERN’de yapılan deneyde bilim adamları ’Higgs bozonu’ parçacığını yani Tanrı zerreciğini arıyorlardı. Kuantum felsefesinin bir adım sonrası çoklu evrenler... Eğer Higgs parçacıklarının var olduğu kanıtlanırsa o zaman çoklu evrenlerden söz edebileceğiz. Kuantum fiziği der ki; ’bir sürü olasılık vardır, sen bunlardan birini seçer ve yaşarsın’. Yeni kuantum fiziği ise; ’hem su, hem kola hem de kahve içmek istiyorsan evrenlerden birinde su, birinde kahve, diğerinde de kola içersin’ diyor. Akıl karıştırıcı bir durum, paralel evrendeki kendimizden nasıl haberdar olacağız, belki de karadeliklerden bir geçiş olacak... Şu an bildiklerimizle bunlardan haberdar olunamıyor.
BİR ADIM SONRASI PARALEL EVRENLER
2012 yılında kıyamet kopacağına inananlar var. Kuantum düşünce sisteminde bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Kıyametten bahsediyorlar ama bu bildiğimiz anlamda değil. ’Kıyam etmek’ ayağa kalkmak, uyanmak, uyanış anlamına geliyor. Zaten bu süreç başladı. Evrende sadece biz yokuz, uzaylılar gibi farklı varlıklar da söz konusu ve belki de bu dönemde onlarla bağlantıya geçilecek. Beklenen ’kıyamet’ bu dünyanın yok olması değil, zihnin farklı bir algılayış modeline geçmesi şeklinde olacak. Maya takvimi 2011 yılında bitiyor. İşte tam o yıllarda büyük bir bilinç sıçraması olacak. Buna bir nevi ’aydınlanma çağı’ da diyebiliriz.
Peki, bu bilinç sıçramasını yapamayanları neler bekliyor?
Ruhsal olarak sıkıntı çekeceklerini düşünüyorum. Çünkü onlar, korku ve endişe alanına inecek. Güven ve sevgi enerjisini yaşayan kişilerse, geçişi çok rahatlıkla yapabilecek. Zihnimizin daha yüksek potansiyelini kullanacağımız, aydınlık bir dönem başlayacak. Aslında böyle bir geçişin olacağı dönemi yaşayacağımız için çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum.
KRİSTAL ÇOCUKLAR BİZİ GEÇİŞE HAZIRLIYOR
Bir de kristal çocuklardan bahsediliyor, bu çocukların 2012 ile bağlantısı nedir?
Kristal çocuklar, Indigo çocuklardan sonra gelen kuşak. Genetik ve düşünce olarak çok farklılar. Aslında onlar bizlere bir şeyler öğretmek, 2011-2012 yıllarında beklediğimiz geçiş alanına hazırlanmamız için geliyor. Beynimizin bazı bölgelerini kullanmadığımızdan kozmik alan bilgilerinin olduğu bölgeden o bilgileri henüz alamıyoruz. Ama bu çocuklarda bu yetenek var. Telekinezi, telepati gibi yeteneklere sahip bir gruptan bahsediyoruz.
Kirli zihinler kuantumla nasıl temizleniyor?
Siz kuantum koçluğu da yapıyorsunuz, bu sistem nasıl çalışıyor?
Kişiler aslında ne yapmaları gerektiğini bilinçaltı düzeyde bilir, ancak zihin bunu bilmez. Çünkü ego kafasını karıştırır. Zihin geçmişte yaşadığı deneyimlere göre olayları farklı olarak algılamaya meyillidir. Geneller, çarpıtır ya da bozar. ’Ne yapsam başarılı olamıyorum’, ’kimse beni sevmiyor’ vs. hepsi bir inanç sistemidir. Kuantum koçluğunda akıllıca sorularla kişinin asıl yaşadıklarını yüzeye çıkartırız. Sorularla bu kişilerin inanç sistemlerini ilk önce bilinç düzeyinde erozyona uğratıyoruz. Sonra diğer koçluklarda olmayan bir şey yapıyoruz ve bunu bilinçaltına yerleştiriyoruz. Bunun sonrasında insanlar kendi güçlerinin, yapabilirliklerinin farkına varıyor. Kuantum koçluğu çok hızlı ilerleyen bir sistem. 4 ana bölümden oluşuyor; öğrenci, yaşam, nefes ve kariyer koçluğu. Kariyer koçluğu; hem şirketlerin hem de şirket içi çalışanları ilgilendiriyor. Hedef; çalışanların şirketlerinin vizyonunu anlayabilmesi ve bu vizyona uyumlu olarak çalışabilmeleri. Her departman için farklı bir çalışma yapılması gerekiyor.
Kaynak: http://Akşam

Bilinç Çağı; 2012 (Eski Çağ’ın Kıyameti, Altın Çağ’ın Doğuşu) YENİ ANAYASA; Altın Cağın Anahtarı Artık Elinizde, Gönlünüzce …;

Bilinç Çağı


Yeni çağın ayak sesleri, bugünlerde gittikce artan ses tonu ile kulağımıza kadar geliyor. 1980 sonlarında başlayan iletişim çılgınlığı, artık herşeyin herşeyle iletişebildiği günümüzde, son merhalesine ulaşmak üzere. Bu yeni dünya, birçoğumuzun alışkanlıklarını temelden değiştirecek bir etki bütünlüğü yaratıyor. Bu değişim kimimize yeni olanaklar sağlarken, kimimizin hayatını da kabusa çeviriyor. Değişimin oluşturacağı çağın başlayacağı yılı önceden tespit etmek için, bugüne kadar dünyamızın  geçirdiği evrelere bakmamız gerekiyor.
Bilinç çağının başlayacağı 2012 yılı, hem Nostradamus'un kehanetlerinin, hem de Maya takviminin sonu olması hasebi ile önceden kendisi ile ilgili bize bazı ipuçları bırakmış zaten. Marduk adlı bir gök taşının da aynı dönemde dünyaya çarpacağının söylenmesi, bu çarpışmanın sonunda, Amerika  Birleşik Devletlerinin batı kıyısında ki Kaliforniya eyaletinin, ana kıtadan kopacağı ve bir ada halini alacağı da günümüzün astrologlarının kehanetleri arasında.
Benim 47 yaşında olacağım bir yıl olması dışında, nedir bu 2012 yılının özelliği. Çok önceden kurulmuş ebediyet saatinin çalmasına 4 yıl kala, herkesi daha çok kendisine çekmeye başlıyan bir yıl. Batıda pek çok makaleler de, bu yılda zamanın deviniminin değişeceğini ve apayrı bir faza geçileceğini belirten alıntılar yer alıyor. Bu kadar bilinmezin içinde kendimize bir yol bulmaya kalkarsak, işe nereden başlamalıyız? Bu yıla doğru ilerlerken eskiden ya da günümüzde dünyada neler olmakta? Olanlara bakarak gelecekte başımıza neler geleceğini tahmin etmemiz o kadar da zor gözükmüyor.
Birincisi: Günümüzde dünya nufusu hızla artmakta. Artan nufus, beraberinde, dünyanın kısıtlı kaynaklarının daha da hızla artan bir trend de tükenmesini getirmekte. Buzdağları erimekte, dünyayı koruyan ozon tabakası dağılmakta, sular kirlenmekte, ekolojik dengeler bozulmakta, göller kurumakta. Dünya belki de ilk var olduğu günden bu yana, varlığına kast eden bu kadar büyük bir tehdit altına hiç girmemişti.
İkincisi: Hayatın devinimi hızlanmakta. Günler modern çağın insanına artık yetmemekte. Çalışma hayatı, trafik, seyahatler, alışveriş, spor, aylık rutin ziyaretler, eğitim, sağlık problemleri, spor, dinleme ihtiyacı derken günler plan yapmakla ve aralarında boş zaman bulamamakla geçiyor. Bu düzenek, insan pisikolojisinde aynı dünya ekolojik dengesinde olduğu gibi derin erozyonlara sebebiyet vermekte.
Bu ikili süreç, bırakın dünyamızı geleceğe taşıyacak yapı taşlarını oluşturmayı, günümüzdeki modernleşmeye çalışan toplumların bile günlük hayati işlerine büyük sekteler vuracak gözüküyor. Bu kirlenme ve deformasyon karşısında insanlık kendisini yeni çağlara nasıl hazır edebilecek. Zamanla gitgide bozulan eski düzenler olmadan insanlık neyine güvenerek bu hızlı modernleşme sürecini devam ettirebilecek?
Kısaca hem kişisel dünyamız, hem de bizi cevreleyen gerçek dünya, artık bir daralma noktasına doğru hızla akmakta. Hepimiz bir müddet sonra döküleceğimiz çağlayana doğru hızla ilerlemekteyiz. Çağlayanın sesi çoktan kulağımıza gelmeye başladı, ancak kendi başımıza bu gidişe bir dur diyebilme şansımız da pek varmış gibi gözükmüyor. Peki bu gidişe bir dur denmeyecek ise, insanlığın sonunu getirecek bu iki büyük tehdite karşı konmayacak mı? Hep beraber yokoluşumuza seyircimi kalacağız? Nasıl doğa kendi sorunlarını kendi sarmalı içinde hallediyor ise. Nasıl otoburlar çoğlamaya başlayınca, et yiyenler coğalıyor. Et yiyenlerin çoğalması otoburları azaltıyor ve sonra azalan otoburlar, etoburların açlıktan ölmesi sonucunu getiriyorsa. Bu denge hayatın kendi içinde çoğalan ve azalan kefeleri ile yeni duruma kendini adapte edebilme elastikiyeti verebiliyorsa. 2012 yılıda bu gidişe bir dur denecek olan yıla işaret ediyor sanki.
Dünyanın fiziksel yapısı da, hepimizin pisikolojik yapısı da insanlığı bu seviyesi ile çok uzaklara taşıyamayacağına gore. İnsanlık bilinci bir çağ atlamadığı müddetce yok olmaya mahkum gibi gözüküyor. Yoksa eski takvimlerin son bulduğu 2012 yılı, insanlığın bu düzeydeki bilincinin öleceği ve yerine altın çağa adım atabilecek bir bilinç seviyesinin ortaya çıkacağı bir yıl mı olacak? Bu güne kadar hep görsel anlamda oluşan çağlar. İşte taş devri, bronz devri, orta çağ, yeni çağ v.s. artık ilk defa kendini bilinç anlamında ortaya koyacak ve yenileyecek. İnsanlık nesli dünyaya ayak basdığı o ilk günden sonra, ilk defa kendi özü anlamında bir çağ değişimi ile karşı karşıya kalacak. Marduk'un dünyaya çarpması sonrasında ortaya çıkacak manyetizma, İsviçre'de yapılan çağın deneyi sonrası oluşacak dalgalar, bize yeni dünyanın kapısını açacak belki de.
Bunlar hepsi bir hayalmi, yoksa bir sihirli el bizleri uzaya gidecek ve yepyeni dünyalarda yaşayacak kaliteye eriştirmek mi istiyor. Doğa, bu zor durumdan kendisini kurtaracak bir formulü gene kendi başına bulmayı becerebilecek mi, ne dersiniz?
Serdar İNAN, 
20.09.2008

2012 (Eski Çağ’ın Kıyameti, Altın Çağ’ın Doğuşu)
YENİ ANAYASA
Anayasa: Bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirleyen, bazı ülkelerde yazılı, bazılarında ise yazısız genel kabul görmüş kurallar bütünüdür. Anayasa ile ayrıca kişilerin temel hak ve özgürlükleri güvence altına almıştır.
Anayasa, bir devletin yönetim biçimini belirtir. Devletin temel kanunudur Vatandaşların temel hak ve görevlerini bildirir.
Eski anayasa tanımıyla başladık ama önce yeni anayasanın doğru tanımını yaparak işe başlamalıyız. Yeni tanıma göre yeni anayasa yazılmalı. Yukarıda yazılı anayasa tanımıyla, Altın Çağ’a ışık tutan, bize bakan bölgesel gözlere rol model olan bir ülkenin elifbasının çıkması mümkün değil. Eskide çok etkili olan 1776 yılı Amerika Bağımsızlık bildirgesi de zamanında tüm dünyaya meşale tutmuş ve günümüzde Wall Street olaylarıyla eskidiğini göstermiştir. 236 sene sonra solan bir bildirge de bizim sayemizde belki üç binli yıllara kadar tüm insanlığa ışık tutan bir lazer güdümlü ışık ile değiştirilebilir.
Bağımsızlık bildirgesi, o gün Avrupa’da ki baskıdan, fakirlikten, darlıktan kaçan insanların bir infialle yazdıkları, ama sonra para ile kavuşunca tam uygulayamadıkları bir metin. Bu metin daha sonra 1789’da Fransız ihtilalini tetiklemiş ve dünyamızı günümüze taşımıştır. Bu metinde eksik olan ve bizi geleceğe taşıyacak anayasaya koymamız gereken tat nedir? ‘Önce insan ama gerçekten’ . Örnek vermek gerekirse, tüm insanlığa özgürlük vaad eden bildirge sonrası, siyah ırk kendilerinde rahatlatan bir uygulama göremediler. Siyah ırk bugün bile tam olarak batıda özgür değil. Bu anlayışla gidersek bizim kurgulayacağımız anayasanın yazısı, akılda, dilde kısaca gönülde dahi insan kendini bulmalı, tüm ülke bu yazıt üzerinde antakt kalmalıdır. Bu sebeple anayasanın felsefesi ruhu halkımızla paylaşılmalı, yüce gönüllü ulusumuzun tam katılımı mutlaka temin edilmelidir.
Irk, din, dil temalı değil ama sevgi başlıklı, bölgesel değil ama evrensel, güncel değil ama kıyamete kadar devam edecek eskimeyecek kendini yenileyebilecek bir yazı olmalı. İnsanların bize bakışıyla, bizim onlara bakmamızı gerektirmeyecek, yaratılışın ilk anının perspektifiyle, günümüzün çeşitsel anlayışlarını harmanlayabilecek, ayrılıklarımızda dahi birliğin bulunduğunu hatırlatan bir lezzette olmalıdır. Lisanı huzur veren, yönlendiren, hükmetmeyen ama dileyen arzu eden olmalı, sözde değil özde insancıl olmalı. İnsanı alıp gönüllerde çıkması gereken en yüce yere oturtmalı, yanlışın, doğrunun, hatanın, mükemmelin ayrılmaz parçası olduğunu, iyi insan olabilmenin kötüyü bilmek ve yan yana oturabilmek olduğunu idrak edebilmelidir.
Kısaca sözü bir özdeyişimle kapayayım,
‘Tüm yapraklar aynı olsa idi, nerede kalırdı ormanın güzelliği.’
Mimar Serdar İNAN
29.11.2011
İnanlar Yönetim Kurulu Başkanı
Altın Cağın Anahtarı Artık Elinizde, Gönlünüzce …
İletişim çağı neticesinde, artık karanlık hiçbir nokta dünyada kalmadı. Projektörler açıldı ve heryer aydınlandı. Kredi kartları, telefon konuşmaları, alımlar, satımlar, girişler, çıkışlar, artık herşey kayıt altında. Istendiği zaman siz ne yapmışsınız, nereden geçmişsiniz kayıtlara ulaşmak mümkün..
Eskiden bilgi kralların elinde imiş. Krallar bilgiyi kullanarak güçlerine güç katar olayları istedikleri gibi yönlendirirlermiş. Artık bilgi herkesin elinde. Internet bilgiyi ışık hızında her yere saçıyor. Artık herkesin kral olduğu bir döneme giriyoruz. Bu sayede patronlar eskisi kadar güçlü değil. Babalar eskisi kadar güçlü değil. Hatta krallar dahi güçlü değil. Işte Arap baharı işte yıkılan Sovyetler vs, örnekleri çoğaltmak mümkün. Peki bu gücün yayılması dünyada neleri değiştirecek?
Değişmeyen hiçbir ilişki, kural kalmayacak. Tüm dünya düzeni bu çok başlı güçlülük hikayesiyle yeniden yazılacak. Insanlık hiçbir zaman bu kadar birbirine yaklaşmış olmayacak. Artık babalar çocuklarına, ağalar marabalarına, devletler milletlerine yanaşacak. Radikalizm, uc olmak kavramı, bencilik bitecek, bizciler tüm dünyaya egemen olacak.
Şirketler müşterilerine, doktorlar hastalarına, üreticiler tüketicilerine kulak verecek; onların istek ve arzuları çercevesinde işlerini yürütecekler. Internette Serdar İnan diye girdiğiniz zaman önünüze bir dünya açılıyor, benim bile bilmediğim nice bilgi dijital dünyada benim egemenliğim dışında dolaşıyor. Bu olgu beni de size yaklaştırıyor, yaklaştıracak. Beni, ‘biz’ yapan bir olgudan bahsediyoruz, yavaş yavaş hepimizi sarıyor, farkında olanımız var, olmayanımız var. Artık bu yeni düzene kızıp evde durmak, kalmak yok. Bu olgu ancak doğru yönetilmeye layık, yoksa tepenin dağa kızması kadar, olmazı istemiş oluruz. Bu yeni durumun, halin adı ALTINCAĞ. Başlangıç yılı 2012. Yani Maya’lara göre kıyamet! Evet kıyamet ama eski dönemin kıyameti, yeni dönemin ise doğumu.
Altıncağ’ın annesi iletişim çağı’  babası ise ‘www’ .
Hayırlı olsun...
Devamı gelecek!..

21 Haziran 2013 Cuma

DİĞERGAM'LIK ANDI (21 Haziran 2013)

DİĞERKÂMLIK (1) ANDI
ALLAH’IM!...
Bundan böyle, KIRMIZIDA DURACAĞIMA, eş deyişle;
(A)
Aşırı tüketmeyeceğime,
Vergi kaçırmayacağıma,
Çevreyi kirletmeyeceğime,
Milli servete zarar vermeyeceğime,
Trafik kurallarını ihlâl etmeyeceğime,
Rüşvet vermeyeceğime/almayacağıma,
İmar yasasına aykırı işler yapmayacağıma,
Sağlığa aykırı alışkanlıklar edinmeyeceğime,
İş ahlakına (Ahilik İlkelerine) saygı göstereceğime,
Her şeyi devletten bekleme alışkanlığını terk edeceğime,
Bir başka deyişle, YOLSUZLUK (2) yapmayacağıma,
(B)
Sayılan alanlarda yolsuzluk yapanları, SOSYAL YAPTIRIM” olarak bilinen yöntemle uyaracağıma, ayrıca,
(C)
Uyardıklarıma, kendilerinin de başkalarını aynı yöntemle uyarmalarını önereceğime,
(D)
“Maruf’u destekleyeceğime, münker’i engelleyeceğime SÖZ VERİYORUM.

Adım-Soyadım:…………………… Telefonum :….………………. İmzam :……………..
KIRMIZIDA DURMAK:
Her türlü yanlış iş, davranış ve haksızlıktan kaçınmayı öngören, bireyi erdeme (3) yönlendiren bir kavram.

SOSYAL YAPTIRIM: 
“Kırmızıda geçmeğe kalkışanları utanmaktan başka bir tepki gösteremeyecek şekilde uyarmak”

(1) DİĞERKÂM:
(özgeci, elci, elsever) Kendi yararından çok başkalarını düşünen; başkalarına yararlı olmaya çalışan; başkalarının iyiliği için elinden geleni esirgemeyen; başkalarına iyilik yapmayı yaşam ve ahlâk felsefesi yapan (kimse)

(2) YOLSUZLUK: 
Bir görevi, bir yetkiyi kötüye kullanma, yasaya, kurala, yönteme aykırı iş yapma. 

(3) ERDEM
Ahlâkın övdüğü ve ahlâklı olmanın gerektirdiği doğruluk, yardımseverlik, yiğitlik, bilgelik, alçak gönüllülük, iyi yüreklilik, ölçülülük gibi niteliklerin ortak adı. Fazilet.

18 Mayıs 2013 Cumartesi

İlahi Vazife ve Yüce Yol

İlahi Vazife ve Yüce Yol
Mehmet Fahri Öğretici
Yaşayan diriler ve yaşayan ölüler. Bu iki kavram arasındaki fark, İlâhî Vazife'yle ortaya çıkar. İlâhî Vazife nedir? İlâhî Vazife'yi gerçekleştirenler, kimlerdir? İlâhî Vazife gerçekleştirenlere hiç bir zaman camilerde ve kiliselerde rastlayamazsınız, onlar putlaşmış düşüncelerin içinde kendilerini kaybetmezler, tam aksine hayatla iç içe yaşarken, bu görevlerini gerçekleştirirler.
İlâhî Vazife'yi, yani Tanrı'ya karşı vazifelerini kudretli bir şekilde yapan insanlar, sabah yataklarından kalktıkları andan, tekrar uyuma zamanı gelinceye kadar geçen süre içinde, daima çevrelerindekilere yararlı olurlar ve candan bir çalışma şekli ile kendilerim ispat ederler. Onlar her türlü şart içinde İlâhî Vazifeleri'ni unutmazlar. Hem yaşamlarını sürdürebilmek için canla başla çalışırlar, hem de bu vazifeyi yapabilmek için de, aynı şekilde çaba gösterirler.
Dünyanın kurtuluşu, insanların İlâhî Vazife'yi idrak etmeleriyle gerçekleşecektir. Bir insan günlük çalışma­larını yaparken, her yaptığı işte; başka insanlara karşı sünnetini lâyıkı ile o iş kendininmiş gibi özenle, sevecenlikle yaparsa ve kendi ruhunun sükûnetini istediği gibi; kendi arzularını yerine getiriyormuşcasına, başkalarının işini yaparken de huzur duyarsa, o insan İlâhî Vazife yapıyor demektir. Yani insan her işi, kendininmiş gibi, kendi arzusuyla ve kalp huzuruyla yapmalıdır.
Her imtihan ve vazife, varlığa bahşedilmiş ilâhî bir lütufdur.
Aksi hâlde bunun tersini yapanlar, yaptıkları işleri, sadece zaman geçirmek için, saat doldurmak için, para kazanmak için ve sadece bencilce, egoist arzularla, kendi egolarım doyurmak için yapmışlardır ki, bu türden çalışmalarla İlâhî Vazife yapmış sayılmazlar. Zaten o insanlar, o işten gelen yararın da hayrım görmezler.
İlâhî Vazife her yerde, her,an devam eder. En ufak bir olayda insanlara negatif yayında bulunmak, İlâhî Vazife değil, şer plânına hizmettir. İnsan dünya hayatı içinde, ne iş yaparsa yapsın, her şeyden önce kendi inancı, kendi arzusu, kendi vicdanı ve kendi İlâhî Vazife aşkı ile insanlara yardımcı olabilmeyi ön plâna almalıdır.
Bir kişinin, insanlara yardımcı olmak için, hayatını bu işe vermesi, İlâhî Vazife sırasında tüm varlığım, maddî ve manevî yararlı bir unsur olarak ortaya koyması, onun vazifesini lâyıkıyla yaptığının açık delilidir. Bu insanlar, her an, her dakika, her düşüncede, her eylemde faydalı olmak, yararlı işler yapmak ve bütün insan kardeşlerine düşünceyle bile olsa yardım edebilmek için çalışmak arzusu duyarlar ki, gerçek İlâhî Vazife de böyle yapılır.
Yüce Yol Sevgidir
Yüce Yol sevgiyle başlar, Yüce Yol sevgidir. Bu dünyaya gelişimiz de, bu dünyada yaşamamız da sevgiyle olmaktadır. Çünkü gerçek sevgi dinamiktir ve yaratma fiili içinde insanı kendi özüyle, doğayla ye diğer insanlarla birleştirir.
Sevgi, insanın hayata ve diğer bütün yaratılmışlara karşı nötr bir durumda kalmasını sağlar. Bu nedenle de dinamizminin içinde pozitif ve negatifi kapsamına alan bir çatışma vardır. Pozitif ve negatifi kendi bünyesinde yatıştırarak nötralize eder.
Bütün ruhlar, bilseler de bilmeseler de, sonsuzluk yolcularıdır.
Bu nedenle de Yüce Yol'a yani Küresel Anlayış'a ulaşabilmek için, insanın kendi zâtını (Ben'ini) tümüyle ortaya çıkarabildiği bu dinamik sevgiyi uygulamak gerekir.
İnsan içten gelen yapıcı faaliyetleri, samimi, içtenlik dolu emeği ve diğer insanlara karşı gösterdiği anlayış ve dinamik sevgi ile Yüce Yol'un tüm bilgisini elde edebilir.
Yüce Yol bir sevgidir. Yüce Yol bir sabırdır, Yüce Yol bir fedakârlıktır.
İnsan sevgiyle, her türlü kötülüğü nötralize edebilir ve evrenin bütün güzelliklerini içinde geliştirebilir.
Sonsuz Sevgi'nin başı ve sonu olan Yüce Yol'a, Doğallık İlkesi ve Küresel Anlayışla gidilir.
Daha iyi anlamak için bir ufuk düşünelim ve birlikte ufkumuza bakalım. Ufuk bizim nötr hâlimizdir. O ufukta, kendimize yeni anlayış imkânı yaratıp, bu anlayışı yaşamaya çalışalım. Bu nedenle de, kendimizi göreceğimiz bir akse bağlanalım ve kendimize küresel olarak, İlâhî bir aynadan baktığımızı kabul edelim.
Aynanın ufuktan bize kadar kısmını aktif (+), aynadan ileriye geçen kısmım da pasif (-) bir yaşam dönemi olarak düşünelim.
Dolayısıyla biz aynadan uzaklaştıkça türlü zorluklarla karşılaşırız. Aynaya yaklaşıp (-) kısma geçerek aynadaki görüntünün bulunduğu noktaya yanaştıkça da, her türlü dünyevî hırkamızdan soyunmamız gerekir. Bu şekilde nefsimizden soyunarak kendimizi görmüş olduğumuz o görüntü noktasına geldiğimiz anda, yani egomuzu, bencilliğimizi, gururumuzu, kibirimizi sıfırlayıp, nefsi yok etmeye hiçliğe ulaştığımız anda, Doğallık İlkesi' ne uygun olarak Küresel Anlayış'a adım atmış, Yüce Yol' un kapılarından içeri girebilme yetkisini kazanmış oluruz. Eksiden artıya geçiş rölatiftir, tek bir yönde düşünülemez. Küresel olarak kendi içinde paradoksal simetrik gidiş gelişleri vardır.
Ruhlar, daima daha iyiye, güzele, hayırlı olana ve İlâhî Murad'a yönelmekle
sonsuzluk kapısını açmayı amaçladıklarını bir anlayabilseler!...
İnsan Küresel Anlayış için ilk başlangıç sayılan sıfır noktasına yani nötr duruma geldikten sonra, onun için dünyanın ve dünyaya ait değerlerin hiç bir önemi kalmaz. Artık o, ruhen güçlenmiştir ve psikolojik bakımdan da tam anlamıyla sağlıklı bir insandır.
Fakat unutmamalıdır ki, Yüce Yol'da ilerlerken, dönüp arkaya bakmak ve eskiye heves ederek, geriye doğru kaymak an meselesidir.
Bu geri dönüşler ve kaymalar, Yüce Organizasyonlar tarafından takip edilmektedir. Bu suretle insanlar cezalarını kendi kendilerine bulurlar.
Kendilerini bu konuda yetiştirmek isteyenler, her şeyden önce benliklerinden kurtulmak ve egolarını sıfırlamak zorundadırlar.
Biz o ufuktaki aynanın hakiki görünüşünü anlayabilecek ve oraya kadar gidebilecek kudreti canımızda, ruhumuzda oluşturduktan soma, artık bu dünya ile olan her türlü alışverişi ve her türlü anlayışı da nötr duruma getirebiliriz. Ancak olaylara karşı nötr duruma gelince, attığımız her adımla öte âlemin derûnuna doğru ilerleriz. Ama bu iş çok basit değildir. Bir insanın Küresel Anlayış'ı kazanabilmesi çok kolaymış gibi. düşünülmemelidir. Böylesine nötr bir durum, yıllarca çalışmaların ve bütün varlığı ile uğraşmaların sonucudur. Bu sonucu elde edebilmek için, o kişinin bütün anlayış, düşünüş ve yaşayış sistemini değiştirmesi gerekir. Yani anlayış, düşünüş ve yaşayış sistemini tersine çevirip  dengeye getirmelidir.
Şunu belirtmeliyim ki, nötralizasyonu gerçekleştiren insanın dünyada yaşama imkânları son derece zorlaşır. Eksiyi bırakıp, artıya doğru gidiyor, yani eksinin sıfırına gelmek istiyor. Bu çok komplike bir konudur.
Vazifelerin ifası sırasında her ruh varlığı, kendini sonsuza bir adım daha yaklaştırır.
O ufuktaki görüntünün bulunduğu noktada, ufuktaki aynamızda kendimizi gördüğümüzde, biz hakikaten o noktada bulunuyorsak, kendimizi bu yola lâyık ve hazır hissediyorsak, o zaman, Yüce Yol'un uygulamasına başlayabiliriz. Yalnız bu çalışma içindeyken çok dikkat edil­mesi gereken bazı noktalar vardır. Özellikle şunu iyi bilmeliyiz ki, bu noktaya ulaşmadan önce, kurmuş olduğumuz düşünce, anlayış, inanış sistemlerinin hepsinden vazgeçebilecek cesareti göstermek zorundayız. Onların her birinin bu konuda zedeleyici, bağlayıcı rolü vardır. Yani, şimdi içinde bulunduğumuz noktadan, ulaşacağımız sıfır noktasına kadar pek çok ara nokta yaşamak zorundayız, ama ara noktalardan herhangi birine takılıp kalırsak bütün vazife sarsılır ve biz de zelzeleye yani büyük bir şoka uğrarız.
Vazifenin İfasında Kişisel Anlayışa Yer Yoktur
Bu vazifenin ifasında bizim kişisel düşünüş ve anlayışlarımızın hiç bir önemi yoktur. Eğer kişisel düşüncelerden bir türlü vazgeçemiyorsak, onları kendimize saklayabiliriz; ama genel nizam içinde kişisel düşünce ileri sürerek vazifenin aksamasına neden olamayız.
Bizler çok ahenkli bir orkestra şeklinde, orkestra şefinin direktiflerine tamamen bağlı kalarak, büyük bir ahenk, uyum ve bütünlük içinde vazifemizi gerçekleştirmek zorundayız.
İyi düşünmek gerek; böyle büyük bir orkestraya dahil olmak, her insanın başarabileceği bir iş değildir.
Sonsuzluk kapısı, sevgi adalet, doğruluk, irade gücü ve vazife şuurunun
anlaşılması ile açılabilir.
Aktif olarak bütün canlılığımızla, bedenimizin, ruhumuzun gücünün son noktasına kadar çalışacağız. Her zaman tetikte olacağız ve çalışmamız, yaşayışımız hatta uyumamız bile uyanık uyumak şeklinde olacak.
Vazifemizi, hiç ihmal etmeden ve hiç bir dalgınlığa düşmeden an be an takip edeceğiz. Bu suretle vazifemizin önüne hiç bir engel giremeyecek ve vazife anlayışımız her şeyden önce gelecektir.
Vazifemize hayatımızı, canımızı feda edebilecek kadar bağlı olmalı ve vazife için gerekli olan her şeyi bu an­layışla gerçekleştirmeliyiz. Zaten bu bir mecburiyettir, çünkü başka türlü o sıfır noktasına ulaşamayız.
Ufuktaki sıfır noktasına lâyıkıyla ulaşmak istiyorsak, vazifeyi ön plâna almak mecburiyetindeyiz.
Siz o zaman yıldızlarla konuşabilirsiniz, hayatınızla konuşabilirsiniz, geçmiş hayatlarınızla konuşabilirsiniz. Pek çok yeteneğe doğal ve haklı olarak sahip olabilirsiniz, ama yetenek ve güç sahibi bir insan olarak, yanılıp da egonuzu ön plâna alırsanız, derhal negatif plâna düşersiniz ve o negatif plândan kolay kolay da kurtulamazsınız.
Küresel Anlayışın İmtihanları Daha Zordur
İnsanın tekâmülü arttıkça, sorumluluğu da artar; dolayısıyla kazancı da, zararı da normal bir insana göre çok daha fazladır. Küresel Anlayış, kendi imtihanlarını da beraberinde getirir çünkü evrende her kıdemin kendine göre imtihan şekli vardır. Bazı varlıklar bu imtihanları başarı ile verirler, bazıları veremezler; başladıkları yere dönerler ve korkunç ıstıraplar çekerler.
Vazife konusunda özellikle bilmemiz gereken en önemli konu şudur: Vazifelinin nötralizan olarak bir radyoluk vazifesi vardır. İnsanlara sadece genelleri vermekle sorumludur, gerisine karışmamak gerekir.
Küresel Anlayış, sonsuzluğa giden yoldur.
Vazifenin Gerçekleştirilmesi
Bizim evrenimiz, küresel bir yapıya sahiptir. Atomdan, bizim galaksimize kadar bütün,galaksi gruplarının, küresel bir yapılışı vardır. Bulunduğumuz evrende, bugün bilebildiğimiz verilerden başka, her türlü veri ve fenomen de yine küreseldir, ama küreselliği birdenbire anlamak mümkün değildir. Bu konu üzerinde konsantrasyonumuz, yeteneğimiz, kudretimiz arttıkça yavaş yavaş bir gelişme kaydedebiliriz.
İnsan Küresel Anlayış, duyuş ve düşünceleri hazmetmeye başladıktan soma küresel yaşayışın sevgi demek olduğunu anlar, yani küresel yaşayışa ulaşıp ulaşmadığımızın bir ölçüsü de hayata ve insanlara karşı duyduğumuz sevgidir. Küresel düşünmeye, küresel anlamaya, küresel hissetmeye başlayan bir insan, bütün yaratılmış varlıklara karşı nötr durumdadır' hem de hepsine büyük bir sevgi ve aşk duyar.
Küresel antenlerine çarpan vibrasyonlar o inşam giderek daha inceltir, daha süptilleştirir ve insan hem Hiçliği'ni, hem de Birliği'ni kavrar, Vahdete, Birliğe ulaşır. O artık bir hiçtir; kendini bütüne katmış, egosunu yenmiştir.
Küresel Anlayış İle Kendini Aşmak
Bizler Küresel Anlayışla kendimizi aşmayı, Doğallık İlkesiyle ve nötral ilkeyle gayet ahenkli bir şekilde bağdaştırmalıyız ki, bu çalışmaları yaparken çok fazla güçlükle karşılaşmayalım.
Doğal ve saf şeyler düşünün!..
Ve bu düşünceler Doğallık İlkesi'ne uygun olarak, küresel olanı canlandırmaya ve büyütmeye başlasın. Böyle davranabilirsek, geçiş dönemimiz rahat ve yumuşak olabilir.
Küresel Anlayışla kendini aşmak için "Vazife'nin ifası şarttır.
Sevme ve anlama yeteneğimizi geliştirirsek Küresel alışverişleri, küresel yayınları büyük bir doğallıkla ve huzur içinde gerçekleştirebiliriz.
Ve tıpkı ana rahminde, bir çocuğun sevgi ve şefkatle yavaş yavaş büyümesi gibi, bizler de yaşamımızın her anında her noktasında mükemmel bir ahenk içinde olabiliriz, böylelikle gelişimimiz de daha hızlı olur.
Sevgi, ahenk ve uyum sağlayabilme yetenekleri ile birleşirse, insanı çok çabuk geliştirir ve arkasından da sükût devri, temaşa devri başlar.
Sükût ve temaşa döneminde insan, istediği gibi davranabilir, istediği gibi konuşabilir, istediği gibi tesir alış­verişi yapar, çünkü ruhu tamamen özgürdür. Kendine ayak bağı olan her türlü nefisten soyunmuştur.
Bir radyo istasyonu gibi, Küresel Anlayış'a, küresel yayma tam adepte olur, yani Doğallık İlkesi'ne göre öyle bir tesir alışverişi içine girer ki, kendini, bulunduğu yeri ve her şeyi unutur. Tekâmülü büyük bir huşu içinde, sevgi ve aşkla, derinlere doğru korkunç mesafeler kaydederek ilerler.
Dünya plânında, olaylar dakik olarak, Dünya Organizatörleri ve Yüceler tarafından hazırlanmakta ve tespit edilmektedir. Kaderin ne tarafa doğru kaydığını, ne çeşit olayların meydana geleceğini, olayların ve olanların büyük Gözlemciler'i ve Kudretliler'i tamamıyla bilmekte ve her olayı dakik olarak takip etmektedirler.
İnsanlara, yasanın ne şekilde daha kolay ve doğru yaşanabileceğini öğretmek, anlatmak gerekir. İnsanlar gerçek kişiliklerini yeniden kazanmalı ve birbirlerinin yüzüne sevgiyle bakıp, dünya hayatını cennete çevirebilmelidirler.
Ruhun eğitimi yaşamın konusu olduğu için ruha ait şu bir kaç öğütü iyi dinleyiniz!
Onlara bu gerçekleri, ilâhî hizmet olarak anlatacak vazifelilere gerek vardır.
Vazifelinin görevi; dünyanın bu gidişinin, gidiş olmadığını fark edenlere, fizik ve psikolojik hayatlarım nasıl devam ettireceklerini anlatmak ve bir nizam ve intizama girebilmek için nasıl bir metot kullanılması gerektiğini aktarmaktan ibarettir. Gerisi onların bileceği iştir. Kimse kimseyi sırtında taşıyamaz. Sadece gerçeği arayıp da bulamayanlara bilgi vermek gerekir.
Vazifenin İfasında Dikkat Edilecek Noktalar
Her şeyden önce şunu bilmeliyiz ki, vazifelinin çalışmalarında onun kudret ve yeteneğinden önce Yukansı'nın idaresi çok önemlidir. Ve Yukarısı'nın idaresini kabul ederek, dinleyerek, o güvene, o kontrol ve yönteme kendisini teslim ederek hareketlerini tayin etmelidir. Vazifeli, Yukansı'nın uygulayıcı bir işçisi ve hizmetkârı olarak; büyük bir kudret ve güven içinde, içinden gelen bütün gücüyle, darılmadan, kırılmadan, üzülmeden, büyük bir sabırla vazifesini oluşturmalıdır. Ve bu aşamada mümkün olduğu kadar ikaz almamaya çalışarak eylemini tamamlamalıdır. Kendisini rencide edecek herhangi bir anonsla karşılaşmadan, işini mükemmel bir şekilde bitirip sonuca gelmesi gerekir. Zaten Yüce Yol'da yürümenin gerçek tekniği de budur. Bizden önce Yüce Yol'da yürüyen, yol açan kudretli varlıkların yürüyüşleri ile yürümek gerek. Ancak yürüyenle yürünür.
Yüce Yol Küresel Anlayış Yoludur
Yüce Yol, Küresel Anlayış'ın yoludur. Küresel Anlayışta süspansiyonel bir anlayış kudreti vardır ki, insan nasıl bu kadar geniş ve esnek düşünebildiğine kendisi bile şaşırır. Ve her arzusunun bir bir gerçekleştiğini fark eder.
Küresel Anlayış'a göre, arzu etmenin mânâsı, bir işi yapabilme gücünü istemektir ki, her gün insanlar, bilseler de, bilmeseler de arzu ve istekleriyle otomatik olarak Küresel Anlayış'a adım atmaktadırlar. Bu anlayışa göre insan, bir noktadan başka bir noktaya sıçrayamaz; ancak adım adım, yavaş yavaş, olduğu noktadan başlayarak kendini yeniden inşa edebilir.
Yüce Yol, ağlamakla, sızlamakla, dua etmekle elde edilecek bir yol değil; tatbikat gerektiren bir yoldur. Öncelikle bütün dünyasal etiketlerden soyunmayı öğrenelim.
Ruhunuzun sonsuzluk bilgisini elde etmesi için çaba harcayınız.
Haysiyet, şeref, izzet-i nefis, önemli mevki ya da serserilik gibi her türlü dünyasal kavramı bir kenara kaldırmak gerekir. İyi-kötü, pozitif-negatif, güzel-çirkin, doğru-yanlış bu kavrayışta önemini yitirir. Yani bu dünyada şeref, namus, kibir, gurur gibi kıymet ve önem verilen bütün kanaatleri etiket gibi taşımaktan vazgeçip, Küresel bir anlayışla konunun asimi anlamaya doğru yönelmek gerekir.
Hiç bir güçlük karşısında mücadeleden kaçmayınız ve ruhsal gerçeklere
sırt çevirmeyiniz.
Daha iyi anlaşılması için şöyle diyelim: Bir aynaya bakın ve kendi cisminizden çıkarak aynadaki hiç'in içine girin. Boy aynasında gözüken kişi olun; çünkü onda dün­yaya ait manyetik tesir bile yoktur; öylesine hiçleşmiştir ki!.. İşte egoyu böylesine terbiye etmek gerekir.
Yüce Yol, yasaları Tanrı tarafından düzenlenmiş bir yoldur ve isteyişlerimizin bu yasalara, uygun olması gerekir.
Küresel Anlayış'ın küresel yalvarışları, küresel duaları vardır.
Gönül ister ki, herkes Yüce Yol'da açık ve uyanık olsun.
Yüce Yol divândır, Yüce Yol bir huzurdur. Yüce Yol sonsuzluklara uzanıştır. Yüce Yol insanları, insan-üstülüğe terfi ettiren bir aşamadır. Sonsuzluklar âleminin divânıdır.
Yüce Yol bütün bu divânları kendi ruhuna nakşetmiş olan İlâhî İrade Organizatörleri'nin gösterdikleri yoldur.
Kendinize zihinsel ve yüksek düzeyli ihtiyaçlar yaratınız. Maddenin ruhunuzun özgürlüğünü kısıtlayan cazibesinden kurtulmak için zihinsel ve yüksek düzeyli ihtiyaçlar yaratınız.
( Sonsuz Yüce Yol - Mehmet Fahri Öğretici )
Konular;
AKTARAN:
Galip (Diğerkâm) BARAN
TEL: 0252 382 34 77 / (GSM) O535 844 84 76
E-POSTA: galipbaran@windowslive.com

5 Nisan 2013 Cuma

AYNI GEMİNİN YOLCULARI

AYNI GEMİNİN YOLCULARI
JACK COUSATEAU, KRİTON CURİ, MARK DUBOİS, EDWARD GOLDSMİTH, ERİCH FROMM VE GALİP BARAN’DAN: "O GEMİNİN YOLCUSU DÜNYALILARA UYARI!.."
 
COUSTEAU UYARIYOR!

“Denizle Hakimi”ne tüm insanlığın kulak vermesi gerek

Kaptan Cousteau’yu tanımayan yok. ‘Denizler Hakimi’ ünlü bilim adamı, ne yazık ki gelecek kuşakların yaşamları konusunda (eğer çok kısa bir zamanda önlem alınmazsa) tüyler ürperten kehanetlerde bulunuyor…

Yaşlı bilim adamı, çağdaş toplumda herkesin inanılmaz bir bencillik içinde olduğunu; yalnızca kendi rahatlarını düşünüp, gelecek kuşakları tehlikeye soktuklarını açıklıyor.

Cousteau’nun “kehanetleri” aynen şöyle:

“ İnsan hakları konusunda son derece duyarlı görünen günümüz toplumları, kendilerinden sonra gelecek kuşaklara yaşam hakkı tanımıyorlar. ‘Benden sonra tufan’ düşüncesiyle hareket ediyorlar.

Aslında dünyamız dört milyar yıldır varlığını sürdürüyor. İnsanoğlunun dünyada bir milyon yıldır var olduğunu da biliyoruz. Dünyamız bir dört milyar yıl daha yaşayabilecek durumda. Ama biz, onun ömrünü birkaç yüzyıla kadar indirmekteyiz.

Dünyayı ve insanoğlunu tehdit eden en büyük tehlike; aşırı kalabalık; nüfus artışıdır. Pek yakın bir gelecekte dünya nüfusu 14 milyarı aşacak. Şimdi nüfusun 5,5 milyar dolayında olduğu biliniyor…

Ama her altı ayda dünya neredeyse Fransa’nın nüfusu kadar kalabalıklaşıyor, yani 50 milyon kadar artıyor.

İşte dünya yüzündeki tüm kirlenme, zehirlenme, bitki ve havanların ölümü; bu kalabalığa bağlı nedenlerden ortaya çıkıyor. İnsanoğlu yalnızca kendi yaşamını, hayatta kalabilmeyi düşünüyor. Bu nedenle de hayvanlara, başka canlılara yer  kalmıyor yeryüzünde…

İki bin küsurlu senelerde dünyada insanoğlu tek canlı olarak kalacak. Yiyecek bulamayacak. Et gerçek bir lüks olacak. Çünkü dünyada koyun, sığır türü hayvanların kökü kazınmış olacak… Oturacak yer bulamayacak, tüm çevresi betonlarla kaplanacak. Sonuçta bitki örtüsünü de yine kendi yok edecek…

Bu nedenle kadınlara bir an önce hakları verilmeli, bilinçlendirilmeli ve az çocuk yapmaları için eğitimden geçirilmeli. Ayrıca ben, insanların; yaşlılık ve gelecek korkusu için çok çocuk yaptıklarına inanıyorum. Bu geleceği güven altına alırsak, çok çocuk yapmaktan vazgeçeceklerdir. 

NÜKLEER SANRTALLAR

İnsanoğlunu ve dünyayı bekleyen bir başka korkunç tehlike de, nükleer santrallar. Bugün bilim ne kadar ilerlemiş olursa olsun, insanlar; atom çekirdeğinin parçalanmasıyla elde edilen enerjiyi üreten nükleer santralları henüz denetim altında tutamıyorlar. Böylece de bu santrallar Çernobil’de görüldüğü gibi, korkunç bir tehlike yaratıyorlar… O halde, teklifimiz; tümüyle denetim altında tutmayı başarmadan, bu santralların bütün dünyadan kaldırılması.

İşte bu amaçla Birleşmiş Milletler’e ; geleceğin kuşaklarına yaşam hakkı tanınması için başvuruda bulunduk.  Böylece bütün dünyada kampanyalar başlatılmasını ve bir an önce önlem alınması için girişimde bulunulmasını sağlayacağız. Gelecek kuşakların temiz ve yaşanacak bir dünyaya hakları olduğunu düşünüyoruz. Bunun için de her ülke insanının kendi çevre bakanlıklarına başvurarak; bu konuda bize destek sağlamaya çalışmasını bekliyoruz. Ancak bu sayede dünyamız ve insan nesli kurtulabilecektir.
( ÇEVRE/ 10. 06. 1991)
***
DÜNYAYA ÇAĞRI!

Ülkelerin çevresel istismarlarının durdurulması amacıyla bir çağrı kampanyası başlatıldı. 1992 yılında Brezilya’da toplanacak  olan Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’na sunulmak üzere uluslar arası düzeyde yürütülen imza kampanyasının öncüsü ise Boğaziçi Üniversitesi Öğretim üyelerinden Kriton Curi.

Kampanyanın metni ise şöyle:

“Biz bu yazıyı imzalayanlar çevre kirliliğinin gezegenimizi tehdit eden en önemli tehlikelerden biri olduğunun bilincinde olarak, çevre kirliliğinin; ülke sınırı, ırk, din ayrımı tanımaksızın tüm insanlığı etkilediğini hatırlatarak

Hükümetlere,
Birleşmiş Milletlere,
ve tüm insanlara sesleniriz …
Ve, ülkeleri; “kirli endüstriler” ve zararlı madenler  ihraç ederek, başka ülkelerin çevrelerinin istismarına son vermeye davet ederiz.

Bu amacın gerçekleşmesi için:
(a)   Herhangi bir ülkede kurulması düşünülen yabancı bir endüstri , bu ülkedeki çevre ve halk sağlığının korunması ile ilgili mevzuatın yetersizliğinden yararlanmayıp; kurulacak endüstri merkezinin bulunduğu veya kurulacağı ülkede alınması öngörülen önlemlerin en ciddilerini uygulamaya mecbur tutulmalıdır.
(b)   Hiçbir ülkede, üretilen ürünlerin, diğer bir  ülkeye ihraç edilebilmesi için gereken tüm şartlar yerine getirilmeden ihracata izin verilmemelidir. Bir ülkede kullanımı yasaklanmış olan ürünlerin diğer ülkelere ihracatı kesinlikle önlenmelidir.
(Kriton Curi)
***
Çevreci Mark Dubois, herkesin kendine sorması gereken soruyu haykırıyor.

‘Dünya için ne yapabilirim’

“Kim demiş dünyayı değiştiremezsiniz diye, bir tek insan bile dünyayı değiştirebilir.” Bu cümle , Dünya Günü 1990’ın sloganıydı. Bu özel günün düzenleyicilerinden nehir uzmanı ve çevreci Mark Dubois, dünya üzerinde yaşayan herkese benzer bir çağrıda bulunuyor: Dünyaya zarar vermeden onun üzerinde nasıl yaşayacağımızı öğrenmeliyiz. Herkes, aynaya bakarak , ‘ben ne yapabilirim’ sorusunu kendisine sormalıdır.”

Dünya Günü’nün uluslararası etkinliklerini koordine eden Mark Dubois, daha sonra çokuluslu kalkınma bankalarının 30 milyar dolarlık yıllık kredi kullanımını daha çevreci ve toplumsal alanlara kaydırabilmeleri amacıyla uluslar arası baskı oluşturan, dünya üzerindeki çevreci, toplumsal ve ekonomik gelişmeden yana resmi olmayan kuruluşlarla iletişim kurmaya çalışan kişilerden biri.

Merk Dubois kararlı, “Dünya üzerinde bir ya da iki çılgın insanın tek başlarına gerçekleştirdikleri pek çok  önemli değişiklikler vardır. Bu da insanların tek başlarına neler yapabileceklerinin göstergesidir.” diyor.

Çoruh Nehri üzerinde düzenlenen raftinge katılan Mark Dubois ile Amerika’ya dönmeden önce İstanbul’da kaldığı Mozaik Otel’de görüşme olanağı bulduk.

Yaşamı nehirlerle ve çevre etkinlikleriyle geçen, bireylerin çevreyi değiştirmek üzere harekete geçmelerini sağlamaya çalışan Dubois, dünyanın geleceğine ilişkin umutlarını henüz yitirmemiş.  “Dünya Günü’ne katılımlar, büyülü ve harikulade güzel olan Çoruh Nehri üzerinde rafting yapmak ve bu umudun nedenlerinden bazıları” diyor.

Dubois’e göre, insanlar artık çevre sorunlarını bilincinde ama harekete geçmekte oldukça yavaşlar. Çünkü, “Ben tek başıma ne yapabilirim ki? Hiç kimse bir şey yapmıyor, benim yapmamın da anlamı yok” diyerek, elini kolunu bağlayıp oturmak kolay. Bu nedenledir ki, umutsuzluğun, kötümserliğin her zaman kazançlı çıktığını söylüyor. Dubois şöyle devam ediyor:

“İyimserlik ve umutlu olmak ise her zaman kazançlı çıkmaz belki, çünkü zor olan budur. Sorunlarla mücadele etmek, savaşmak, tek başına da yapılabilecek şeyler olduğunu düşünerek harekete geçmek kolay değildir ama yapılması gereken budur. Dünya üzerinde  bir ya da iki çılgın insanın tek başlarına gerçekleştirdikleri pek çok değişiklikler vardır. Bu da insanların tek başlarına neler yapabileceklerinin göstergesidir.”

Tüm dünyaya sesleniyor

Mark Dubois, çevre konusunda en önemli sorunun insanların harekete geçmemesi olduğunu  ve bunun dünya üzerindeki tüm ülkelerde yaşandığını söylüyor. Dünyanın her yerinde benzer sorunların yaşandığını, örneğin ozon tabakasının delinmesinin tüm dünyayı tehdit ettiğini vurguluyor. Peki o zaman ne yapmalı? Dubois, yalnızca Türklere değil, tüm dünyalılara sesleniyor:

“Herkesin ‘dünya ile yaşamayı nasıl öğrenebilirim’ sorusunu sorması gerekli. Yaşarken dünyayı parça parça öldürüyoruz. Dünya giderek kirleniyor. Ona daha nazik davranmayı öğrenmeliyiz. Örneğin Kaliforniya’da yaşayan bir çiftçi artık yer altı sularını zehirli oldukları için kullanamıyor. Çocuklarımıza zehirli gıdalar yedirerek onların yaşamlarını çalıyoruz. Buna hakkımız yok. Birbirimizle savaşarak çok zaman kaybettik. Örneğin bir sanayicinin üretimini ve tarzını beğenmeyebiliriz. Ama sorunlar karşısında onunla birlikte çalışmayı denemeli, bunu öğrenmeliyiz. Dünya üzerindeki ortak geleceğimiz için birlikte mücadele etmeliyiz. Kuşlar birlikte uçarak hem daha çok enerji sağlıyor hem de daha uzaklara ulaşabiliyorlar. Biz de birlikte savaşmalıyız. Meyve yalnızca ağacın dalının ucunda. Elimiz kolumuz bağlı oturursak meyveyi yiyemeyiz. Yerimizden kalkıp, ağacın dalına uzanırsak meyveyi tadabiliriz.”
(Figen Atalay /26. 07. 1993/Cumhuriyet)
***
Edward Goldsmith’in: Beş bin günde dünyanın kurtuluşu

Uluslar arası ekolojist hareketin belli başlı öncülerinden Edward Goldsmith’in son kitabı “yerküreyi kurtarmak için beş bin gün” daha şimdiden 300 binlik uluslar arası bir satış rakamına ulaşmış durumda. Dünyanın en etkin çevrecilik dergisi “Ekolojist”i 1970 yılından bu yana yayımlamayı sürdüren Edward Goldsmith’in, kitabında ana hatlarını çizdiği ‘dünyayı kurtarma programı’nın temelinde insanoğlunun yaşam tarzını kökten bir biçimde değiştirmesi anlayışı yatıyor.

 Goldsmith’in planı, dünyanın karşı karşıya bulunduğu üç ana tehlikenin belirlenmesiyle işe başlıyor: 1990 yılının yazı, 1880’den bu yana yaşanan en sıcak yaz idi; Basra Körfeziindeki kirlilik oranı, yerküre için bir ‘rekor’du; dünyada her yıl yok edilen orman alanı da Fransa yüzölçümünün yarısı kadardı…

İşte bu ‘durum tespiti’; üç acil önlem paketini gündeme getiriyordu: Ozon tabakasını delen klorflorokarbon (CFC) gazının lanetlenmesi; okyanusları kirleten toksik atıkların durdurulması; uluslararası bir ağaçlandırma seferberliği…

“Eğer örgütlenirsek, daha az tahripkâr bir yaşam biçimi yaratabiliriz” diye düşünen Edward Goldsmith, böyle bir hedefe ulaşabilmek için, insanların hem hükümetleri denetim altında tutup hem de kendi, kendine yeten küçük birimler halinde organize olarak sonuca varabileceklerini öne sürüyor. Tek gerçek demokrasinin, ancak küçük çaplı örgütlenmelerle yaşayabilen bir demokrasi olduğunu  dile getiren Goldsmith, insanların devlet kurumlarına ve büyük kuruluşlara bel bağlamakla yetinmemelerini öğütlüyor.: “Bazıları bunun bir ütopya olduğunu düşünüyorlar; fakat bana sorarsanız, esas gerçekdışı olan, bizim şu andaki yaşam biçimimizdir.
(31 Mart 1991/ Cumhuriyet Dergi)
***
ERİCH FROMM VE  BEN (1)

İnsan davranışları üzerine çalışmalarıyla ünlü Erich Fromm, “Sahip Olmak ya da Olmak” adlı eserinde, “sencillik” ve “bencillik” olarak tanımladığı iki temel özelliğiyle (ilkesiyle) ilgili görüşlerini aşağıda görüldüğü şekilde açıklıyor: 

“Sahip olmak” ilkesine sahip insan; mala, mülke, şöhrete, insana, bilgiye sahip olmak, onları ele geçirmek, kendine mal edip, onlara egemen olmak ve dilediğince kullanmak ister.  Bu sahip oluşların sonu yoktur.

“Olmak” ilkesine sahip insan ise; hiçbir şeyi elde etmeye ya da  kendine mal etmeye, şöhret  ve iktidara sahip olup insana egemen olmaya kalkışmaz. Bu ilkenin insanı, kendisini geliştirir. Evrimleşir, diğer insanları sever. Sözcüklerle anlatılamayan, yaşanılan, hissedilen bir özelliktir bu ilke.

Dünya düzeni “sahip olmak” üzerine kurulduğu nedenle, insan ve değerleri, yerini makinelere ve ekonomik gelişmenin çarklarına bırakmıştır. Bilim, teknik ilerlemiş, ama bunlar kendi yararına kullanılmadığı için, insan bir araç haline dönüşmüştür. 

Çözümün ilk ve tek şartı, “sahip olmak” ilkesinden “olmak” ilkesine geçmektir.  Yeni bir insan,  yeni bir toplum oluşturmaktır.

Eserin çevirisi yapan Aydın Arıtan Fromm için şöyle diyor :

Erich Fromm, yazdıklarına ve savunduğu fikirlere uygun yaşayan ender insanlardan birisiydi. Parada, malda ve şöhrette gözü olmayan, mütevazi yaşantısıyla dikkati çeken Fromm, “Sahip Olmak ya da Olmak”ı tam beş kez yeniden yazmıştır. Kendisine “Yeni Çağın Peygamberi” denmesinden hoşlanmayan Fromm, sorunları ve çözüm yollarını göstererek, tıpkı İsa’nın geleceğini bildirip, onun yolunu hazırlama görevini üstlenen Nasıralı Yahya gibi gelecekteki müjde ve felaketi işaret görevini başarıyla yerine getirmiştir.
***
(1)    :  Çevre, tüketim, trafik, sağlık, vergi, rüşvet, iş ahlakı (Ahilik), milli servet, imar ve her şeyi devletten bekleme gibi alanlarda başlattığım “okul dışı eğitim” olarak tanımladığım, insanı, davranışlarını ve nedenlerini araştırdığım, bazıları yerel bazıları merkezi yönetimin sorumluluk alanına giren, beni bilinçlendiren çalışmaları yaparken yaşam biçimim kökten değişti. “Bencillik”ten (hodkâmlıktan) kurtuldum. “Sencillik” (diğerkâmlık) ilkesini özümsedim. Erich Fromm gibi yaşamağa başladım…

Bilinç Üniversitesi Kurucusu
Bilinçolog Galip (Diğerkâm) Baran

TEL: (0252) 382 34 77 / (0535) 844 84 76
E-POSTA: galipbaran@windowslive.com

Bilinç Üniversitesi’nin:
(a)    İşlevi: “Bilgi Çağı”  üniversitelerinin, zamanla Bilinçoloji Ana Bilim Dalına dönüşebilecek “Bilinç Enstitüsü” ya da “Bilinç Kürsüsü” gibi bölümler kurmalarına yardımcı olmak; böylece, bundan böyle, yalnız bilgili değil aynı zamanda bilinçli mimar, mühendis, doktor, sosyolog, psikolog, antropolog  v.b. meslek mensuplarının yetişmesine katkıda bulunmak.
(b)   Kuruluş amacı:  Güçlünün haklı olduğu değil, haklının güçlü olduğu, eşdeyişle, “dünyevi değerler”in yerini “uhrevi değerler”in aldığı bir dünya düzeni kurmak.